Bilim Kavramının Bilim dışılığı, Bilimdeki Sabitler ve Öngörüler Üzerine
“Bir Devrimin Eşiğinde” yazı serisinin ilk iki yazısından sonra gelen yorumlara bakınca, yazdıklarımızın neredeyse hiç anlaşılmadığını; biraz fantezi, biraz bilim kurgu ya da son zamanların şişirilmiş “Sapiens” ve “Homo Deus – Yarının Kısa Tarihi” gibi popüler kitapların yazarı Yuval Noah Harari’nin yazdıkları gibi değerlendirildiğini gördük.
Bu durumda kısa bir parantez açıp, bazı kavramları açıp, biraz açıklama yapıp, uyarılarda bulunup, ondan sonra devam etmek gerekiyor.
Elbette böyle bir anlaşılmamayı beklemiyor da değildim, yazılarımı beğenen veya eleştirenlerin aslında yazıları anlamadan beğendiği ve eleştirdiğini sürekli gördüğüm için şaşırtmadı.
Yazılarımı herkes var olan yaygın ve hiçbir bilimsel değeri olmayan kavramlarla veya kimi güncel politikaya ilişkin bağlamlarda okuyor ve diyelim ki Erdoğan karşıtı bir cümle kafasına yatmışsa beğeniyor, Atatürkçü ise Atatürk’ü açıklamaya çalışan bir yazı görünce kızıyor veya eleştiriyor.
Sanılanın aksine bu “Bir devrimin eşiğinde” yazısı politik olmayan bir yazı değildir. Bütün yazılarım politiktir. Çünkü politikam bilimsel, bilimim politiktir.
Ama okuyucuların kabul ettiği yaygın ve gücü yaygınlığından gelen yanlış anlamıyla politik yazı değildir yazılarım; benim en güncel ve politikaya ilişkinmiş gibi görünen yazılarım bile aslında politika değil, metodoloji tartışırlar; tamamen bilimsel yazılardır.
Yazılarım bir tek sorunu tartışır, toplumun hareket yasaları, yani Marksizm, yani Gerçek Sosyoloji, yani toplumsal gerçekliği açıklamanın yöntemi, kavramları. Yazılarda olguların bilindiği var sayılır genellikle.
Yazılar yöntemin ve kavramların doğruluğunun veya yanlışlığının görülmesine yönelik uygulamalardır.
Bunu kavramadıkça yazıların gerçek anlamını anlamak ve bu yazıların aslında aktüel görevlere ilişkin bir politik mücadele yaptığını görmek olanaklı değildir.
İkinci olarak, ben klasik Marksizm’in, (ki “klasik Marksizm” derken, Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı, Mandel, Luxemburg gibi devlerin kullandığı veya geliştirmeye çalıştığı kavram sistemini kast ediyorum) kavram sistemini bir yandan otantik biçimini çarpıtmalara karşı savunan; ama aynı zamanda onu bu otantik haliyle içinde taşıyarak eleştiren ve aşan bir kavram sistemi geliştirdiğimi düşünüyorum ve bu yeni kavram sistemi ve metodolojiyi uygulamaya ve geliştirmeye çalışıyorum.
Bu Klasik Marksizm’in kavram sistemi ile benim geliştirdiğim biçimiyle Marksizimin kavram sisteminin ilişkisi (Aufhebung) için en güzel örnek, klasik Newton Fiziği ile Modern fiziğin ilişkisidir.
Modern fizik, yani Einstein’in Özel ve Genel Görecelik teorisi diyelim, Newton fiziğini eleştirir ama içinde taşır. O klasik fizik onun özel bir hali olarak belli bir doğruluk içerir ve günlük yaşamımızda bizlere rahat rahat yeter.
Bu ilişkiyi, Einstein da bir tepeye tırmanma imgesiyle ifade eder, hareket noktamız aynıdır ama der yukarılara doğru çıktıkça daima daha geniş bir alanı görürüz der.
Ya da Newton bunu kendinden önceki büyük fizikçileri kast ederek, devlerin omuzlarında durduğu için daha uzağı görebilme imgesiyle anlatır.
Klasik Marksizmle bu ilişki ve ilişkiyi nasıl gördüğüm, “Marksizmin Marksist Eleştirisi” adlı kitabımın adında bile görülebilir.
Türkiye’de “eleştiri” bir şeyin reddi, inkarı, çürütülmesi gibi algılandığından bu kitabım da Marksizmin inkarı, eleştirisi veya çürütülme çabası gibi algılanmıştır.
Halbuki eleştiri, içinde taşıyarak bir aşmayı (Aufhebung), onu geliştirmeyi ima eder.
İnkar genellikle eleştirerek değil, susuşla veya karşı görüşü bayağılaştırarak ve sonra o bayağılaştırılmış biçimiyle o görüş eleştirilerek yapılır.
Bizim kitabımız henüz susuşla eleştirilme aşamasını aşamadı bile.
Bu kitabın önsözünde de, Marksizmin bu eleştirel gelişimini hangi yollardan giderek nasıl yaptığımızı anlatmaya çalıştık. Önsözün alt başlığında da bunu açıkça belirttik: “Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı”. Anlatılan katkı kendi katkılarımızdan başka bir yel değildi.
Peki bu eleştiri ve katkı esas olarak hangi noktadadır?
Bunu en kısa ve özlü olarak şöyle açıklayabilirim. Klasik Marksizm, tarihi Sınıflar mücadelesi tarihi olarak ele alır; geliştirdiğim Marksizm ise, tarihi bir dinler tarihi olarak ele alır. Sınıflar ve sınıf mücadelesi dinlerin içinde, dinlerin evrimini açıklamakta ele alınırlar.
Klasik Marksizm ise, dini sınıflar ve sınıf mücadelesi içinde ve onun aracı olarak açıklamaya çalışır.
Bu biraz Marks’ın Hegel ile ilişkisini anlattığı imgeyle, başı üzerinde duran yöntemi ayakları üzerine getirmek gibidir. Bizim yaptığımız ve Marksın yaptığıyla ilişkimiz de böyledir denebilir.
Sınıflar ve sınıf mücadelesi, bizzat Marks ve Engels’in de belirttiği gibi burjuvazinin (daha doğrusu Aydınlanmanın, çünkü aslında bu “burjuva devrimi” gibi kavramlar da tarihe sınıflar mücadelesi açısından bakan yaklaşımın ürünü olduğu için yanlıştır ama şimdilik bunu bir kenara koyalım. Çünkü hayatımız bir çok durumda bir düşünce veya kavramın yanlış olduğunu bile bile, o yanlışı yapandan kopmamak ve onu o yanlıştan kurtarmak için o yanlışı yapmak veya yanlış kavramları kullanmakla da geçti.) keşfettiği ve burjuvazinin ufkunu aşamayan kavramlardır. Marksizmi sınıf mücadelesine indirgemek nu burjuvazinin kabul edeceği düzeye düşürmektir. (Maalesef de böyle olmuştur. Ulusalcılığın metodolojik kökleri de buralardadır.)
Marksizm, toplumsal yapı üzerinde tarihsel hareketin nasıl gerçekleştiğini açıklamaya yönelik ilk sitemli acıkama Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de ifadesini bulur. O kavramlar temel kavramlardır. O kavram sisteminde yapısal kavramlar vardır.
Yani kabaca manifesto tarihsel hareketi öznelerle (sınıflar) açıklar, Önsöz ise Yapının değişmeleriyle. Ama yapı canlı bir şey, somut bir güç değildir. Bu yapıdaki değişmeler toplumun değişimine ve evrimine, devrimlere nasıl dönüşmektedir? Sorun budur. Ortada iki farklı açıklama ilkesi vardır ve bunlar kavramsal bir iç tutarlılık içinde birleştirilmeyi beklerler.
Tarihi sınıflar mücadelesiyle açıklama yanlış değildir ama tıpkı Newton Fiziğinin özel bir hal olması gibi, tarihin çok özel bir durumunda ve sınırlı olarak geçerlidir.
Toplumu üretici güçlerde ve üretim ilişkilerindeki, ekonomi temelindeki değişmelerle açıklama da yanlış değildir. İkisi de doğru olan bu açıklamalar, ortak bir kavramsal temele sahip değildir ve farklı sonuçlara yol açarlar.
Bu tıpkı bugün fizikte sonsuz büyüklükteki harekeleri ve evreni ve onun evrimini açıklayan Görecelik Kuramı ve atom altı parçacıkların hareketini açıklayan Kuantum Kuramı arasındaki uyumsuzluk gibi bir uyumsuzluktur. İkisi de deneylerle mükemmel bir bizimde kanıtlanmaktadırlar. Ama ikisi arasında bir iç tutarlılık yoktur.
Bugün bütün ciddi büyük fizikçiler bu uyumsuzluğu giderecek bir daha genel teori arayışındadırlar.
İşte Marks bu uyumsuzluğu devrimci sınıfın aynı zamanda en büyük üretici güç olduğu gibi bir önermeyle aşmak istemişti. Böylece Yapı (Üretici Güç) ve özne (Devrimci Sınıf) aynı kavram aracılığıyla birleşiyor ve sorun çözülüyor gibi görünüyordu.
Ancak Marks’ın bu çabası, aslında çözdüğünden daha büyük bir sorun yaratıyordu.
Örneğin toplumsal hareketi Yapı ile açıklayan kavramlara göre örneğin, sınıfsız toplumlarda devrimler olabilir. Örneğin avcılık ve toplayıcılıktan, neolitik köy komününe geçişte olduğu gibi. Neolitik devrimle yani üretici güçlerdeki değişmeyle birlikte, tüm üretim ilişkileri ve onun da üzerinde yükseldiği üstyapı değişir. Ama Marks’ın çözümüne göre, devrimci bir sınıf yoktur, çünkü sınıf yoktur. Yani çözümün öne sürdüğü özne yoktur bu değişimi yapacak. Üretici güçler cansız varlıklar olarak bu değişimi gerçekleştiremezler.
Veya başka bir örnek. “Burjuva devrimi” deniyor. “Burjuvazi devrimci idi” deniyor. Burjuvazi devrimci idiyse, ve “devrimci sınıf en büyük üretici güç” ise, burjuvazi aynı zamanda bir “üretici güç” mü oluyor?
Görüldüğü gibi çok problemli bir çözüm. Çözdüğünden daha fazla sorun çıkarıyor.
Aynı sorun, daha can yakıcı olarak, kapitalizm öncesi 5000 yıllık uygarlıklar tarihinin gidiş yasalarını acıkmamaya çalışan neredeyse tek Marksist Kıvılcımlı’nın karşısına da çıktı.
Klasik uygarlıklar tarihinde, Devrimci sınıf olmadığı gibi, üstüne üstlük tarihsel devrimleri devrimci sınıflar da değil, tabiri caiz ise sınıfsız toplum veya ondan çıkış uygarlığa geçiş aşamasında sayılabilecek göçebeler veya kentliler devrimleri yapıyorlar, uygarlıkları yıkıyor ve dana yeni veya genç uygarlıklar kuruyorlardı.
Bunu nasıl açıklanacaktı?
Kıvılcımlı da Marks’ın yolunu izledi ve bu sorunu çözmek için, Marks’ın devrimci sınıfı aynı zamanda en büyük üretici güç olarak tanımlaması ve özneyi yapıya böyle bağlaması gibi, bu tarihsel devrimleri yapan toplumların (“barbarlar”) dayanışmacı ve sınıfsız topluma dayanan özelliklerini bir üretici güç olarak tanımladı. Yani Gelenek ve Görenekler, dayanışmacılık (“Asabiyet”, “Kolektif Aksiyon”) birer üretici güç olarak tanımlanarak, yapıyı belli bir özneye bağlayarak tarihsel hareketi açıklamayı denedi.
Klasik Marksist geleneği sürdüren Troçkistler ise, modern tarihte üretici güçlerin böylesine gelişmişlik düzeyine rağmen en büyük üretic güç olan işçi sınıfının hala devrim yapamamasını (“Önderlik krizi”) gibi öznel bir yetersizlikle açıklamaya çalıştı.
Yani aslında tarihsel hareketi gerçekleştirecek özne ile yapı arasındaki ilişkiyi kurma; bu iki açıklama ilkesini bir tek “evren formülü”nde (Theory of everything) birleştirme çabaları bir türlü sonuç vermedi.
İşte benim yaptığım, tesadüfen dünyada kimsenin de bilmediği Kıvılcımlı’yı ve diğerlerini bilen biri olarak, gerek Batı Marksizmi’nin, gerek ulus teorilerindeki müthiş ilerlemenin, gerek yeni sosyal hareketlerin, gerek Troçkist geleneğin, gerek Kıvılcımlı’nın, omuzları üzerinde durarak bu açmazı aşmak oldu. Akademik eğitimim olmadığı için, bir taşralı sıradan militan olduğum için, bu çözüme çok geç ulaşabildiğim için elbette bu çözümü dört başı mamur bir eserde derli toplu ifade edemedim, panik içinde, giderayak, politik mücadeleye ilişkin yazıların içine yedirerek ifade etmeye çalıştım.
Sorun ve çözüm şuradaydı.
Marksizm Aydınlanma’nın çocuğu olduğu için onun din kavramını olduğu gibi almış ve dolayısıyla dini hukuki veya epistemolojik bir kavram indirgemişti.
Sosyolojik olarak ele aldığında da sınıf mücadelesi aracı olarak ele almıştı. Özellikle de ezilen sınıfların mücadelelerini açıklamak için.
Ancak hukuki veya epistemolojik bir olgu olarak dini tanımlamanın kendisi sosyolojik (yani bilimsel, yani Marksist) bir açıklama değildir. “İnanç” diye (ister bilimin dışı diye epistemolojik anlamıyla kullanılsın; ister “politik olmayan, özele ilişkin” hukuki anlamıyla kullanılsın) bir sosyolojik kategori yoktur. Yani aslında Din’in ne olduğunu açıklamış değildir Marksizm. Bir din teorisi yoktur. Din’e ilişkin Marksizmin elinde tek kalan sınıf mücadelesinde bir araç olmasıdır
Ama sınıfsız toplumlarda da dinler vardır. Dini sınıflı toplumdaki mücadelelin bir aracı, bir ideoloji olarak tanımlamak da Dinin ne olduğunu açıklayamamaktadır.
Bu durumda tüm insanlık tarihine ve toplumlara bakıp da dinin ne olduğuna baktığımızda dinsiz toplum olmadığını görürüz öncelikle.
Peki dinin işlevi nedir?
İki temel işlevi vardır:
a) Toplumun sınırlarını çizer,
b) bu sınırların içindekilerin tüm ilişkilerini düzenler.
Bütün dinlerin ortak özelliği budur.
Bu ise Marksizmin Üstyapı olarak tanımladığından başak bir şey değildir.
Toplum diye bir şey yoktur, Üstyapı diye bir şey yoktur. Bunlar soyutlamalardır. Analiz araçlarıdır.
Toplum somutta sınırları ve ilişkileri dinler tarafından belirlenen topluluklar olarak vardır. Yani Din dediğimiz şey alında Toplum kavramı gibi bir soyutlama olan üstyapının somut toplumdaki somut karşılığıdır. Üstyapının somut halidir.
Üstyapısı olmayan bir toplum olamayacağından dinsiz bir toplum yoktur.
Bu nedenle dinsiz toplum yoktur.
O zaman dinsiz toplum olamayacağına göre dini toplumsal ilişkileri ve toplumun sınırlarını belirlemekten çıkarıp kişilerin özel sorunu haline getirdiğini söyleyen modern toplumun dini nedir sorusu ortaya çıkar?
İşte burada tıpkı işçinin emeğini değil de işgücünü satmasının, o işgücünün kullanım değerinin gerçekleşmesinin emek olduğuna benzer Marks’ın büyük keşfine benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Bir özel ve politik ayrımı yapıp dini özel olarak tanımlamanın, din olmadığını söylemenin kendisi bir dindir.
Böylece eğer Marks, Kapital’de nasıl modern toplumun temelinin yüzündeki peçeyi kaldırdı ise, üstyapısının yüzündeki peçeyi kaldırmış oluyoruz.
Ama buradan şu sonuç çıkar, klasik Marksizm, modern toplumun bu din kavramını alarak ve kabullenerek, aslında toplumu açıklayan değil düzenleyen analitik değil normatif bir kavramı alıp bilimsel bir kavram gibi kullanarak modern toplumun dininin bir savunucusu ve yayıcısı olmuştur.
Ama durum daha da kötüdür, dini açıklayamadığından modern toplumun dininin karşı devrimci biçimi olan ulusçuluğu da açıklayamadığından bu dinin karşı devrime uğramış, yani ulusçu biçiminin savunucusu ve yayıcısı olmuştur.
Böylece niye bir çok ulusun Marksistler tarafından kurulduğu; Marksizmin uluslara ve ulusçu harekete dayanmadığı yerlerde hiçbir başarı gösteremediği olgusunun da açıklaması bir yan ürün olarak ortaya çıkar.
Marksizim ancak Aydınlama’nın veya burjuvazinin bu din kavramını aşıp sosyolojik olarak dini açıkladığında modern toplumun dininin sırrına erebilirdi ve bizzat bu bilimsel din açıklaması da var olan dinin karşısında yeni bir din olarak ortaya çıkar. Yani Marksizm gerçekten dini sosyolojik olarak açıkladığında tam anlamıyla bilim olabilirdi ve bilim olduğnda da bu dinin içinde onu ezilenler tarafından eleştiren bir ve yine ezilenler eliyle yayan parti olmaktan çıkıp yeni ve gerçek bir din olabilirdi. İşte yaptığımızın özü budur.
Yani Marksizm yeterince bilimsel olmadığı için, Aydınlanmanın kalıntılarından kurtulamadığı için bilimsel bir din tanımı yapamamış ve bu nedenle de modern toplumun dininin içinde kalmış onun alternatifi bir din haline gelememiş onun içinde muhalif bir parti, bir ideoloji olmaktan öteye gidememiştir.
Dinin bilimsel bir tanımını yaptığında Marksizm bir ideoloji veya parti olmaktan çıkar, din haline gelir. Bilim olduğunda din olur Marksizim.
Marksizm Aydınlanmanın din tanımını da tıpkı din tanımı gibi olduğu gibi alıp benimsediği için bilim olamamıştır. Marksizmi din olarak tanımlayanların iddiasının aksine, din olamamıştır, bilim olamadığı için bir din de olamamış, bir parti, bir sınıf mücadelesi aracı olarak kalmıştır.
Dinin tümüyle toplumun üstyapısı olduğu önermesinin bütün bildiklerimizi at üst eden tüm kavram sistemimizi alt üst eden büyük devrimci sonuçları vardır.
Elbette birincisi yapı üzerinde tarihsel hareketin nasıl gerçekleştiği sorununu çözmektedir.
Örneğin Marks, üstyapı değişmelerini altyapı yani üretici güçler ve ilişkilerdeki devrimler ile açıklıyordu. Bu yeni temel ilişkilere uygun yeni üstyapının yerleşmesi idi devrimler.
O halde, Dinler üstyapının somut biçimleri olduğuna göre, bir dinden diğer dine geçişler devrimlerdir. Böylece tarihi sınıflar mücadelesiyle açıklayan ve devrim kavramını da sadece sınıf mücadelesi bağlamında tanımlayan tarih anlayışının kısırlığı aşılıyor tarih tekrar devrimlerle, dinlerin ortaya çıkışları ve değişmeleriyle dolu bir tarih oluyordu.
Böylece burjuva devrimi dene şeyin aslında aydınlanma devrimi olduğu ortaya çıkıyordu.
Böylece ona burjuva devrimi denmekle birlikte tarihte somut olarak burjuvazinin bu devrimde hep karşı devrimci bir işlev gördüğü çelişkisi de bir yan ürün olarak çözülüyordu.
Sınıflar devrim yapmıyordu. İnsanlar dinden dine geçerek devrimleri gerçekleştiriyorlardı. VE bu dinden dine geçişler alt sınıflar aracılığıyla oluyordu ama bu alt sınıflar, yeni bir dini benimseyerek devrim yapıyorlardı. Mekke’nin plepleri Müslim olarak devrim yapıyorlardı. Roma’nın köleleri veya köylüleri Hıristiyan olarak devrim yapıyorlardı. Paris’in donsuzları yurttaş veya insan olarak devrim yapıyorlardı.
Yapı özne çelişkisi, dinden dine geçişlerle, yani temeldeki yeni ilişkilere uygun yeni bir üstyapıya geçişle, devrimci sınıfı veya barbarları üretici güç olarak tanımlamaya gerek olmadan ama aynı zamanda sınıflı toplumlarda yeni dinlerin özellikle ezilen sınıfların yeni dini benimsemeleri aracılığıyla geçişi olgusuna da uygun olarak çözülmüş oluyordu. Tarihsel hareket yeni üretici güçler ve üretim ilişkileri seviyesine uygun dinlerin ortaya çıkış ve yayılışlarıyla dolayısıyla insanların bu uğurdaki mücdelelerde kendilerini ve ilişkilerini değiştirmeleriyle gerçekleşiyordu.
Ama daha sonra üst sınıflar bu yeni dini ele geçiriyorlar, birer karşı devrim yapıyorlardı.
Ezilen sınıflar bu sefer tarikatlar (Partiler) ile sınıf mücadelesini sürdürüyorlar ama yeni bir din olarak ortaya çıkan bir hareket olmadıkça veya bir tarikat yeni bir dine dönüşmedikçe (Hıristiyanlık iyi bir örnek) bir devrim, yani din değişimi başaramıyorlardı. (Marksizm de tersinden örnek.)
Sınıflı toplumlardaki bütün dinler egemen sınıfların o dine geçişleri ile birer karşı devrim yaşamışlardır. Dinler yayılmalarını genellikle bu karşı devrimci biçimleri içinde gerçekleştirirler.
Örneğin Hristiyanlık Konstantin, İslam Muaviye, Aydınlanma devrimi Fransa’da Napoleon, Rusya’da Stalin ile (Osmanlı’da Enver-Talat) benzeri karşı devrimler yaşamıştı.
Uluslar ve ulusçuluk bu modern toplumun dininim karşı devrime uğramış biçiminden, Aydınlanmanın evrensel kozmopolitminin ve insanların eşitliğinin yerine, ulusların yani devletlerin eşitliğini geçirmekten başka bir şey değildi.
Pozitivizm ya da “sosyoloji” (yani Weber, Comte vs.) aydınlanmaya karşı bu ulus karşı devriminin ideolojik ve yöntemsel araçlarından aşka bir şey değildi.
Ulusçuluğun dünyaya yayılması modern tolumun dininin, yani Aydınlanma dininin, karşı devrime uğramış biçimiyle yayılmasından başak bir şey değildi.
Bu gibi sonuçlar çok geniş bir alana uzatılabilir.
İşte çok kabaca özetlediğimiz, bütün kavramları yeni baştan tanımayan bu teorik arka planı kavramadan yazdıklarımızın ne anlama geldiği anlaşılamaz.
Bunu birkaç çarpıcı örnekle anlatmayı deneyeyim.
Şu yaratıcılık ve evrimcilik tartışması.
Bu tartışma aslında bilime karşıdır. Yani bilimi savunduğunu, evrimciliği savunduğunu söyleyenlerin kendileri de bilime karşı tezler savunmaktadırlar.
Çünkü dini bir inanç olarak tanımlayıp bilime zıtlık içinde tanımlamaktadırlar. İki taraf da aynı kabuldedir. Ama aslında ikisi de Aydınlanma dininin bir kabulüne dayanırlar.
İkisi de aynı kabulden yola çıktığından taraflar Tanrıyı veya Cenneti veya Ademve havva’yı biyolojik veya fizik varlıklar olarak ele alırlar.
Halbuki, Tanrı veya Cennet veya Adem veya Hava fiziksel veya biyolojik değil, toplumsal olgudurlar. Anlatılan hikaye insanın ortaya çıkışı değil, medeniyetin ortaya çıkışıdır.
Sosyolojik bir olgu olarak Tanrı vardır.
Bilimsel olarak tanrının ne olduğunu anlamak onu bir sosyolojik olgu olarak ele almakla ve anlatmakla olabilir.
Tanrıyı bilim ile zıtlık içinde ele almanın kendisi bilimin ve dinin ayrı ve zıt şeyler olduğunu iddia eden modern toplumun dininin bir farzını yerine getirmekten başka bir şey değildir ve bilim dışıdır.
Ya da örneğin “bilim kurgu”daki bilim kavramı, doğa bilimlerini bilim kabul eder. Ama doğa bilimlerini bilim ile tanımlamanın kendisi bilimsel değildir.
Bir tek bilim vardır tarih bilimi. Çünkü bizzat doğa bilimleri ve bunların bilim olarak sınıflanması da sosyolojik olgulardır ve sosyolojik olarak açıklanmayı beklerler.
Bunun açıklaması ise Marksizm açısından son derece basittir. Çünkü doğa bilimleri üretici güçlerde sağladıkları ilerlemelerle sermayenin nispi artık değer oranının artmasına hizmet eder, emek üretkenliğini arttırır.
Bu nedenle burjuvazi bilimi doğa bilimleriyle sınırlar ve her zaman doğa bilimlerini gayet iyi destekler.
Toplu bilimi alanında ise, tam da bunanla uyum içinde yine bir sınıf mücadelesi aracı bir ideolojik egemenlik aracı olarak, modern toplumun dininin rahiplerini yetiştirme aracı olarak sosyolojileri veya sosyal antropolojileri destekler.
Gerçek bir sosyolojinin (gerçek Marksizmin, içi boşaltılıp hadım edilmiş Marksizmin değil) üniversitelerde yer bulması olanaksızdır.
Çünkü böyle bir sosyolojinin yapacağı ve yapması gereken ilk iş ulusları ve ulusal devletleri yıkmak gerektiği çağrısı olabilir. Hiçbir ulus ve ulusal devlet, kendisini yıkmak isteyenlere kaynak ayırmaz, aksine onları yok etmeye çalışır.
Ne yazık ki, bugün dünyada ne klasik Marksizmi ne de bizim geliştirdiğimiz ve burada sadece biraz tadımlık olarak tanıtmaya çalıştığımız Marksizmle, kavram sistemiyle, yöntemle ilgili ve bunu bilen kimse yok.
Bu yokluk içinde biz ister istemez, bilinen ve yaygın ama yanlış kavramlardan hareketle bilinmeyeni anlatmaya çalışıyoruz.
Yazdıklarımız tamamen sosyolojik önermeler ve öngörülerdir.
Tahmin denen öngörülerimiz aslında sadece bazı sabitlerin ifadesinden baka bir şey değildir.
Bazı şeylerin olamayacağını gösterirler.
Bilim kurgular geleceği değil, bu günkü dünyanın insanlarını ve mücadelelerini anlatırlar. Bilim kurgular bilimsel değildir.
Bugünkü kapitalizmi ve onun sonuçlarını eleştirmek için ilginç imgeler sunabilirler ama hepsi o kadardır işlevleri imgeseldir ve bugünkü dünyayla ilgilidir. İçerikleriyle ilgisi yoktur.
Örneğin Blade Runner’da bir robotu veya androidi (insansı robotu) bir insandan daha dürüst ve merhametli tanımlamak, insanın ve insanlığın bugünkü kapitalist toplumda vardığı yeri göstermek açısından bu güzel ve çarpıcı bir imge olabilir. Ama sadece bir imge olabilir. Hiçbir bilimsel karşılığı yoktur ve olamaz.
Nasıl fizikte ışık hızından daha hızlı gidilemez veya Planck sabitinin altında deney yapılamaz ise, toplumda da insanın yeteneklerine yakın yetenekte bile robotlar yapıldığında kapitalizm var olamaz, sınıflar var olamaz. Birtakım diktatörler var olamaz. Şirketler var olamaz.
İşte burada Ekonomi Politiğin toplumdan ayrı bir hareket ve varoluş biçimi olmasına ve bu hareket biçiminin toplumsal hareketi belirmemesine ve Kapital’in tazeliği sorununa geliyoruz.
Çünkü işgücü denen meta yaratır artı değeri. İşgücü olmadan artı değer üretilemez.
Robotlar işgücünün yaptığı işi yapıp onun yerini aldığında kapitalizm mümkün olamaz. Çünkü artı değer olmaz. Bırakalım bu artı değerin kima nasıl satılıp gerçekleşeceği gibi sorunları bir yana.
Yani aslıda güzel bir imge olan başka gezegenlerde çalıştırılan köye robotlar veya androitler, ekonomi politik yasaları gereği mümkün olan bir şey değildir.
Bunlar aslında bilimsel, yani sosyolojik veya Marksist olarak bakıldığından ışık hızından hızlı giden uzay gemileri veya King Kong gibi filimler kadar saçmadır.
Çok basit bazı sabitler nedeniyle. King Kong boyutlarında ve o büyüklükte bir goril olamaz. Liliputlar hesabı gereği. Çünkü bir çisim büyütüldüğünde veya büyüdüğünde onun yüzeyi karesi kadar büyür ama hacmi ve dolayısıyla ağırlığı küpü kadar büyür.
Yani King Kong fizik olarak olanaksızdır. O küpü kadar büyümüş ağırlığı taşıyacak bir kemik ve kas sistemi gerekir ki, bu onun ayak ve bacaklarının çok kalın olmasını, belki adım bile atamayacak kadar kalın olmasını gerektirir. Öte yandan vücudunun içinde ortaya çıkan ısı çok büyük olacağından derisinin örneğin en azından radyatör gibi olması gerekir. Ya da vücudunda hvanın geçeceği delikler bulunması gerekir. Bunlar uzatılabilir.
Biz bir tek öngörü yaptık şu ana kadar. Dedik ki, üretici güçlerde bir devrim oluyor, bunum eşiğindeyiz. Bu çok hızlı bir süreç. Bu devrim kritik eşiği 300 hafta sonra aşar büyük olasılıkla. Yani altı yıl kadar.
Yanı bu noktadan sonra örneğin robotların veya insansız arabaların kullanımı üretimin veya hizmetlerin çok geniş bir alanında işçi çalıştırmaktan daha ucuza ve daha iyi bir kullanım değeri, yani yararlılık üretilmesine yol açacaktır. Yani 300 hafta sonra seri üretilmiş robotların veya insansız arabaların tıpkı akıllı telefonlar gibi hızla yayılmaya başlayacağı bir döneme giriyoruz dedik.
Ama böyle olunca, robotun çok temel bir farkı var. Robotlar artı değer üretmez.
Bu bir sabittir tıpkı büyüyen bir cismin yüzeyinin karesi hacminin küpü kadar büyüyeceği veya ışıktan hızlı gidilemeyeceği türünden.
Bu üretilen robotlar belli bir niceliğe ulaştığında, Kapitalizm olanaksız hale gelir.
Ama bu otomatik olarak kapitalizmin yıkılmasına yol açar diye bir çıkarsama yapmadık.
Aksine insanlığın yok olabileceği tehlikesinden söz ettik uluslar ve ulusal devletler varsa.
Burada sınıflar sınıf mücadelesi, devletler, ideolojiler gündeme gelir.
Ama bu gelişmenin sanıldığından daha yakında olduğunun görülmesi, bunun sunduğu olanakların görülmesi bizzat bu sınıf mücadelesi ve devletlere karşı mücadelenin bir aracıdır. Onun için bundan söz ediyoruz. Bu nedenle bizim yazdıklarımız son derece politik yazılardır. Harari veya bilim kurgu ile ilgileri yoktur.
Bu yazılar bu yazılardan önce yazdığımız Marks’ın kapitalinin yayınlanışının 150 yılı ve Ekim Devrimi Bir Sosyalist Devrim miydi? Gibi yazılarının devamından başka bir şey değildir.
15 Kasım 2017 Çarşamba
Demir Küçükaydın
[email protected]
Bloglar:
https://steemit.com/@demiraltona
https://demirden-kapilar.blogspot.de
Video:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast:
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
İndirilebilir kitaplar:
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA