Kısa Öykü - Kara Kalabalık

in #edebiyat7 years ago (edited)

city-1487891_1920.jpg

Hoparlörlerden yayılıp kulaklarıma, kulaklarımdan kafamın içine, oradan tüm bedenime dolup taşarak beynimi çok işlevli bir işkence aleti gibi oyan, sıkıştıran, sarsan, buran, çalkalayan, delen, aşırı yüksek sesli, haddinden fazla zevksiz ve ahenksiz müzik bir türlü bitmek bilmiyor, alkışlar, ‘yaşa varol’lar, ‘bir daha, bir daha’lar eşliğinde birkaç saattir sürüp gidiyordu. Başlangıçta tutuk ve utangaç olan pop müzik grubu salonun büyük bir kısmını doldurmuş olan kendini bilmez iş arkadaşlarımca şımartılıp gaza getirilmiş, dakikalar ilerledikçe solist daha çok bağırır, çalgıcılar çalgılarına daha bir abanır olmuşlardı. Bardaki tüm insanlar, bilcümle eşyalar, her türlü ses, koku, ışık ayrı ayrı üzerime geliyor, bunların tümü bende ayrı ayrı alerji, öfke ve tiksinti yaratıyor, yaşama gücümü azaltıp, varlığımı solduruyordu.

Bu tür bir mekana gitmek, hadi bir yanlışlık oldu gittin, o uzun ve eziyetli saatler boyunca kendini dışarı atmayı akıl edememek ne tür bir psikolojinin, hangi tarifsiz gafletin, nasıl bir yanlış hesabın sonucuydu? Çalıştığım şirkette önceki hafta işe başlayan lacivert gözlü kızla muhabbetimi ilerletmek, onun o güzel gözlerinde solgun yüzümün yansısını görmek ihtimali için, evet, çeşit çeşit fedakarlıklar yapabilirdim ama...Onun da cep telefonu birkaç kez –muhtemelen diğer taliplileri tarafından- çaldırılmış ve sonunda birine kanıp gitmişti işte. Ben de onun hemen ardından çıkıp cehennemin dibine gitseydim ya. Belki o zaman ruh darlığı nöbetimi –ve onun talihsiz sonuçlarını- daha hafif bir biçimde yaşayabilirdim.

Önümdeki şişeden kadehime iki-üç fasıl şarap doldurup başıma dikerek içtim, gömleğimin en üst düğmesini çözüp kravatımı gevşettim, kendime bir yoldaş bulurum umuduyla çevreyi inceden inceye gözden geçirdim. Ve barın yegane bunalımlı müşterisi olduğumu üzülerek gördüm. Dilimi ağzımın içinde anlamsızca evirip çevirdim ve ayağa kalkıp yüksek sesle ‘Herkese iyi akşamlar, izninizle gitmek zorundayım’, dedim. Birilerinin cevap vermesini ya da en azından başını çevirip bakmasını bekledim, ama boşuna. Çaresiz arkamı dönüp vestiyere yöneldim, fişimi verip paltomu aldım ve... o akşamki maceralarımda bana eşlik edecek yoldaşım karşıma çıkıverdi. Sanırsam tuvaletten dönüyordu, ıslak ellerini pantolonunun iki yanına sürüp kurulayarak yanaştı. Yüzündeki bezgin ve hoşnutsuz ifade iyiye işaretti. Ani bir hareketle ceketinin iki yakasına yapışıp kuvvetli bir biçimde sarsarak, ‘Hadi gidiyoruz’, dedim. Çevreyi kuşkulu gözlerle süzdü önce, tuhaf tuhaf yüzüme baktı, yutkundu, yüzüme yeniden baktı, bir süre elini çenesine koyup düşündü, sonra gözleri bir an kapanır gibi oldu. ‘Geliyor musun?’ diyerek şansımı denedim bir kez daha, sarsıp şaşırttığım için de pişman oldum, sarsıntı umduğumun aksine idrak süresini uzatmıştı çünkü. ‘Nereye?’ diye sormayı akıl etti sonunda. ‘Kalabalıkların ve kalabalıklarla ilgili şeylerin ruhumuzda yarattığı tahribatı giderebileceğimiz herhangi bir yere, gel hadi, çok güzel olacak’, dedim. ‘Güzel olacaksa iyi’, dedi tamamen rahatlamış olarak.

Sokağa adımımızı attığımız anda ayakkabılarımız barın önündeki su birikintisine gömülüverdiler. Demek biz içerideyken dışarıda adamakıllı bir yağmur yağmış. Bunu iyiye yordum. Yorumumu Kerim’le de paylaştım, ama o cevap vermek yerine başını kaşımayı tercih etti. Çok güzel olacaktı tabii, kesindi bu. Yağmurun temizlediği serin sonbahar havasını keyifle ciğerlerime çektim. Keyfimi pekiştirmek için cebimden bir de sigara çıkarıp yaktım. Kerim’e de bir tane ikram ettim, ama o öksürttüğü gerekçesiyle geri çevirdi ikramımı. Damlardan düşen iri yağmur damlalarının tıpırtıları, caddeden tek tük geçen arabaların hırıltılı motor sesleri ve şehrin genel gece gürültüsü. Kulaklarım duydukları seslerden memnun, tatlı tatlı uğulduyorlardı. Kerim’in de gözlerinin hafifçe parıldamaya başladığını görmek beni ayrıca sevindirdi. Yanımda süt irisi uysal bir çocuk misali yürüyordu. Dönüp teatral olmasına çalıştığım bir sesle:
‘Bilir misin ki Kerim oyun oynamayı sevmeyen insanlar mutsuz ve mutsuz insanlar zalim olurlar. Ve bilir misin ki zalim zulme bir kez niyetlenince mazlumu mutlaka arayıp bulur.’
‘Ben oyun oynamayı seviyor muyum?’ diye sordu merakla.
‘Senin hayatın bizatihi oyun, ayak bastığın her yeri bir tiyatro sahnesine dönüştürüyorsun sen.’
‘Nasıl yani?’
‘İnsanlar az konuştuğun ve sarf ettikleri gereksiz sözleri anlamazdan geldiğin için seni hor görüyorlar. Onları nasıl istiyorlarsa öyle düşünmek konusunda cesaretlendiriyorsun, çünkü –çok iyi biliyorum- uğraşmaya değmeyeceğini düşünüyorsun. Tümüyle haklısın mücadelende.’

Kuşkulu gözlerle gözlerimin içine baktı önce, sonra hafifçe esneyip karşı kaldırımı seyretmeye koyuldu.

Birkaç dakika sonra rıhtıma vardık. Camlarına Kadıköy-Taksim yazılı tabelalar asılmış olan sarı dolmuşlardan birine binip oturduk. Kerim yol boyunca uyukladı, bense kıpır kıpır bir sabırsızlıkla Taksim’e varmayı bekledim. Sabırsızlanıyordum, zira daha fazla içmek istiyordum.

Meydandaki büfelerin birinden bir torba dolusu kutu bira ve iki tane gazete aldık. ‘Parkta oturmamız gerektiğini şiddetle hissediyorum’, dedim Kerim’e. ‘Oturalım o zaman’ dedi omuzlarını silkerek. Parka yağmur yerine yaprak yağmıştı adetâ ve kâh bastırıp kâh çekilen rüzgarın etkisiyle hâlâ da yağıyordu. Parkın içindeki beton yolda ayaklarımızı yaprakların arasında sürükleyerek yürüdük. Gazetelerimizi gözümüze ilk çarpan banka serip oturduk. Kalbim hayranlık içinde gümbürdüyordu. Torbadan bir bira çıkarıp açtım ve bir kısmının üzerime dökülmesine aldırmadan deliler gibi içtim. O koca çınarların rüzgara uysalca boyun eğişleri o kadar güzeldi ki. Ağaçlardan yayılan uğultu öyle avutucu, ıslak toprağın ve ıslak sarı yaprakların kokusu o kadar etkileyiciydi ki. Dalların rüzgarda salınışları, düşkün yaprakların anaforlara kapılıp kendilerini yerden yere atışları, göğün siyaha çalan kızıllığı, rüzgarın içime işleyip bedenimin her bir hücresini ürpertişi. Ya ölmek ya da o anı orada sonsuza kadar yaşamak istiyordum. Sevinçten mi ve kahırdan mı bilmiyorum gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü. Hayat nasıl böyle delicesine güzel ve aynı hayat –kalabalıklar işe karışınca- nasıl geberesiye sıkıcı olabiliyordu. Aynı hayata bu kadar derin uçurumlar nasıl sığabiliyordu. İçim karmakarışık olmuştu. Gözümün önüne yaprakların biçimini, güz bulutlarını, renkli mercanları, çakıl taşlarını getirdim. Ayağa kalkıp bulutlara doğru ‘çok güzel’ diye haykırdım. Duygularım ancak ard arda üç kutu bira içtikten sonra yatıştı. Titreyen yaşlı gözlerimi kaldırıp Kerim’e baktım, kayıtsızlık içinde yerdeki yaprakları karıştırıyordu.

Kalan ikişer kutu birayı da çabuk çabuk içip kalktık. Yürüyüp Atatürk Anıtı’nın önünden geçerek İstiklâl Caddesi’ne yöneldik ve hiç sevmediğim bir manzarayla karşılaştık: İstiklâl Caddesi katran karası bir erkek kalabalığının hakimiyeti altında inim inim inliyordu. Lanetli sezişlerim, hele de içince, hayatta hiçbir işe yaramayan tespitlerim vardır benim: Cinsel açlık ve gerginlik zonklamaları, şiddete eğilimin yarattığı seğirmeler, kültürsüzlük ve hoyratlık titreşimleri. Caddenin insani topografyası berbattı yani. Ben de çok iyi durumda sayılmazdım. Başımın içinde bir sivrisinek dolaşıyor gibiydi. Başımın içinde bir vızıltı, tepemde ağır ağır dönen bir dünya. İçimde tekinsiz bir hoşluk duygusu vardı. Kendimi Kerim’e açma ihtiyacı hissettim:

‘Katran karası bir erkek kalabalığı, nasıl laf dostum, duymuş muydun bunu daha önce?’
‘Kart alabalık!?’
‘Dostum, sevgili dostum’, dedim hayranlık ve heyecanla, ‘Sayıklamaların kendini ölüme dek gizlemeye azmetmiş edebi bir dehanın işaretlerini taşıyor. Senin gibi bir değeri bulup gün ışığına çıkarmış olmak öyle büyük bir mutluluk ki. Ne mutlu bana ki seni benden başka kimseler anlamıyor dostum, yoksa kara kalabalıklar -ah o sefiller- tüm diğer güzellikler gibi seni de sömürüp karartırlardı. Don Quijote denen o budalanın, Werther adlı o alığın romanı yazılıyor da senin gibi değerli bir şahsiyetin adı hiçbir yerde zinhar anılmıyor. Nankörlük, cehalet ve sorumsuzluğun ucu bak nerelere varabiliyor dostum. Sen Don Quijote...
‘Sensin asıl Don Quijote, benim uykum var.’

Dostum gizli yeteneklerini açığa vurmamdan rahatsız olmuştu anlaşılan. Ama o kadar güzel bir gece oluyordu ki, ne yapayım, çenem açılmıştı işte. Çaresiz sustum ve düşüncelerime gömüldüm.

Çok rahat salıncakta sallanıyorum ayaklarım yerden kesilmiş boşlukta uçuyorum özgürüm olağanüstü zevkli bir uçuştayım ırmakları vadileri deltaları denizleri ülkeleri geçiyor şahinler kartallar serçeler kırlangıçlarla yarışıyorum küçülmeye başlıyor minik sevimli kara bir nokta olana dek küçülüyor otların gölgesinde kızgın karıncaların eşliğinde yürüyorum dünyaya bir uçağın penceresinden bakar gibiyim üflesem denizler boşalacak dünyanın dengesini tek elimle bozabilirim bütün yokuşlar düz oluyor bütün dağlar alçak aşılası oluyor omuzlarımda bulutlar sırtımda yıldırımlar çakıyor bir sincap ordusu kurup komuta ederek...

Kerim kolumdan çekiştirip ‘Uykum var’ dedi terslenerek. Dostuma hayallerimi kesintiye uğrattığı için kızdım, ama ters bir şey söylemedim, haklıydı, -kendi ölçüleri içinde- oldukça fazla enerji harcamış, yorulmuştu, ondan gecenin asıl sürprizi için bana yarım saatini daha ayırmasını rica ettim. Cevap vermedi. Yeniden zihnimdeki bulutların içine çekilecektim ki yolun sağ tarafında, bir perdenin aralığından kocaman pembe bir gül ve bu gülü bir toka olarak taşıyan bir genç kız başı gördüm. Kerim’i durdurdum, sırtını sıvazlayarak ‘Birazdan Uğur Cafe'ye girecek ve güllü güzeller sayesinde çok eğleneceğiz’, dedim. İçeri girip de ortalığı bir gözden geçirince içim katmerli bir sevinçle doldu. İçeride masalsı bir sükunet ve huzur hali hüküm sürüyordu. Hafif, enstrümantal bir müzik eşliğinde insanlar çaylarını, kahvelerini, bira ya da her neyi tercih etmişlerse onları içiyorlardı. Gerçi başım çok dönüyordu, ama önemi yoktu. Kırmızı güllünün karşısında bir de pembe güllü oturuyordu ve onlara kimse eşlik etmiyordu. Kızların tokalarıyla aynı renkte apartman topuklu parlak ayakkabıları içimdeki coşkunun daha da artmasına neden oldu. Dostumu arkamda bırakacak bir hızla yanlarına doğru seğirttim ve etkileyici olmasına çalıştığım bir sesle ‘Sizlere eşlik etme şerefini bizlere bahşeder misiniz saygıdeğer hanımefendiler?’ diye sordum. Cevap vermediler, ama kendilerine hitap edildiğini anladılar sanırım, kırmızı güllü diğerine fısır fısır bir şeyler söyledi. Ayakta zor duruyordum, ama vazgeçmeye niyetim yoktu. Sesimi yükselterek: ‘Pek saygıdeğer hanımefendiler, bu iki sefil genç yüksek izninizle masanıza oturarak... diyordum ki -aniden bastıran canlı müziğin de katkısıyla herhalde- midemdekilerin büyük bir kısmı kafenin taş zeminine boşalıverdi. Bu arada midemden boşalanlar pembe güllünün topuklarına da sıçramış olduğundan kırmızı güllü öfkeyle ayağa fırladı ve ‘Bizi bu pis serserilerden kurtaracak kimse yok mu?’ diye bağırdı. Müzik kesildi, cafedeki tüm başlar bizden tarafa döndü, iki garson koşturarak yanımıza geldiler ve daha ufak tefek olanı Kerim’in koluna girerek ‘Arkadaşınızı lütfen dışarı çıkarın’, dedi. Dostum daha olup biteni idrak edememiş olduğundan herhangi bir cevap veremedi, büyümüş gözlerle sağa sola bakmakla yetindi sadece. Garsonlara dönüp dilim dolaşarak ‘Hasta bir adamı dışarı atmayı düşündüğünüz için kendinizden utanmalısınız’, dedim. Bardakilerin bir kısmı yerlerinden kalkıp çevremizi sardılar ve bizi kınayan gözlerle izlemeye başladılar. Uğramakta olduğum haksızlığa ve tüm bu rezilliklere dayanamayıp çaresizlik içinde ağlamaya başladım ben de. Şaşkınlık yüklü mırıldanmalar eşliğinde bir iskemleye oturup bir süre ağladım. Biraz yatıştıktan sonra kırmızı güllüye dönüp sitemkâr bir edayla:
‘Size karşı iyi niyetlerle dolu olan bir kalbi derinden yaraladınız. Mutlu musunuz şimdi?’, diye sordum.
‘Siz de bizi rahatsız etmeseydiniz’, dedi ikircikli bir sesle. İnsanlar masalarına döndü, yerler temizlendi ve müzik yeniden başladı bu arada.
‘Artık kötü insanlar olmadığımızı gördüğünüze göre lütfen beş dakika masanıza oturmamıza izin veriniz’, dedim kırmızı güllüye.
‘Oturun ama kardeşimi ellemeye çalışmayın sakın’, dedi kırmızı güllü tedirgin.
‘Sizi elleyelim mi yani?’, diye sordu Kerim samimi bir merakla.
‘Hele bir deneyin, dar ederim sülalenize dünyayı’, dedi kırmızı güllü öfkelenerek. ‘Hanımefendi, saygıdeğer hanımefendi, bu sevimsiz konuyu kapatıp başka şeyler konuşsak, bizi bir araya getiren talihin güzelliğini örneğin’.
‘Ben zaten kendimi elletmem’ dedi pembe güllü, anlaşılan konu üzerinde derinlemesine düşünmüş, böyle bir karara varmıştı. ‘Zaten herkes bizi ellemeye çalışıyor’. Kırmızı güllü araya girmeye çalıştı, ama pembe güllü devam etti: ‘Ablam iyi bir kısmet bulup beni evlendirecek, kendisi de televizyon artisti olacak’.
‘Umarım bu dilekleriniz gerçekleşir ve mutlu olursunuz küçük bayan, inanın, kalpten söylüyorum bunu. Bu arada benim adım Levent, bu da arkadaşım Kerim’. Kerim başını masanın üzerine koyup uyumuştu çoktan.
‘Arkadaşım adına sizlerden çok özür dilerim, çok yoruldu bu akşam, yoksa sizlere saygısızlık etmek gibi niyeti kesinlikle yok, sizi temin ederim ki çok değerli bir insandır’.
‘Benim adım Feride’, dedi kırmızı güllü.
‘Benim adım da Feride’, dedi pembe güllü.
‘Bu kısa sohbetimizden o kadar büyük bir keyif aldım ki anlatamam sizlere, zarafetinize, kültürünüze ve güzelliğinize yakışır arkadaşlar olabildiysek ne mutlu bize’.
‘Sen bizimle dalga geçiyorsun değil mi, eğer öyleyse elimden çekeceğin var bilmiş ol, ağlamakla da kurtulamazsın bu sefer’
‘Hayır Feride Hanım ne münasebet...’
‘Karılar gibi ortalık yerde ağlayan bir ana kuzusunun böyle bir şey yapmasına hele kesinlikle müsaade etmem’
‘Hanımefendi, sizden bütün kalbimle rica ediyorum, bu yanlış anlama huyunuzdan ve yüreğimi derinden yaralayan söz ve davranışlarınızdan vazgeçin artık’
‘Mahvederim ben adamı, doğduğuna pişman ederim’ diye kendi kendine söylenmeye başladı bu kez.

Müziğin kulağımda biriktirdiği tortular dayanılmaz bir hale gelmeye başlamıştı artık. Oyun güzeldi, ama o güzelliği sürdürmenin maliyeti her geçen dakika artıyordu. Dostumu uyandırdım, hanımlara iyi geceler dileyip son kez saygılarımı sundum. Bardan çıkıp tünel yönüne doğru yürümeye koyulduk.

‘Feridelerle neden uğraştığımı biliyor musun dostum?’
‘...’
‘Henüz barda olup bitenlerin altında ne önemli şeyler yattığını bilmediğin için –haklı olarak- konuyla ilgilenmiyorsun, ama beni dikkatle dinle dostum, pişman olmayacaksın’
‘...’
‘Kızlarla dalga geçtim, çünkü onlara başka bir biçimde saldırmaya vicdanım -aslında gücüm ve cesaretim- elvermiyordu. Elimden bu kadarı geliyor dostum, ama bu kadarı yetmez, kırmızı güllü bir gün televizyon artisti olursa –ki büyük ihtimalle olur- barlarda çalınan müzikler daha da bayağılaşacak, kalabalıklar daha da kararacak demektir ve bizim gibileri dünyadan silecek ve ellerinde kalan vasat zihinleri elleme ya da ellememe, mahvetme ya da mahvetmeme türü sorunsallara mahkum edecekler. Yarın bugünden de kötü olacak. Rezil olmak pahasına da olsa mücadele etmeliyiz. Uyan dostum, uyan, gör bunları artık’

Sözlerimin üzerinde bıraktığı etkiyi denetlemek için göz ucuyla dostumu aradım, ama onu göremedim. Şaşkınlıkla kendi çevremde döndüm ve dostumun o iri ve hımbıl siluetini otuz kırk metre kadar geride ters yöne doğru yürürken gördüm. ‘Keriiiim’, diye boğazımı yırtarcasına bağırdım çevredekilerin ne diyeceğine aldırmadan. Beni duydu, döndü, ellerini başının yanında bitiştirip başını hafifçe yana eğerek uyumaya gittiğini işaret etti ve dostluğumuzun gereği olarak hafifçe el salladı.

Dımdızlak ortada kalmıştım işte, içimdeki sıkıntı da tam olarak geçmiş sayılmazdı. Birkaç bira daha içip evime döneyim, annem de çok merak etmiştir diye düşündüm. Önüme gelen ilk araya sapıp bira içebileceğim bir bar aramaya koyuldum ve bir yerlerden kulağıma Jethro Tull’ın Blues Jam’i ulaştı. Müziğin dışarı sızdığı kapıyı arayıp buldum ve içeri bir gergedan misali dalma girişimim ağızları sakızlı zevzek iki kas birikintisi tarafından engellendi. ‘Damsız almıyoruz’, dedi kas birikintilerinden uzun boylu olanı. ‘Çekilin yolumdan, tüm istediğim bira içmek ve müzik dinlemek’, dedim öfkeyle. ‘Damsız almıyoruz’ diye yinelediler. ‘Ne sağır ne de aptalım, tekrara gerek yok, ben içeri girmek istiyorum’ dedim ve aralarından sıyrılıp içeri sızmayı denedim. Kısa boylusu kulağımı koparırcasına çekerek beni durdurdu. ‘Seni gidi yaramaz seni’, diye sırıttı bir de. İçimde sanki bir öfke bombası patladı o anda. O bombanın gücünü vestiyerin üzerindeki ağır küllüğü kapıp kısa boylu kas birikintisinin kafasına vurmakta kullandım. Kafasından kan fışkırdı ve birkaç saniye sonra birkaç pençe beni yakalayıp sokağın daha karanlık köşelerine doğru sürüklemeye başladı. Sanırım üç kişiydiler ve elleri de tekmeleri de çok ağırdı. Ne kadar vurdular bilmiyorum, ama bana çok uzun –ve zor- geldi. Neyse ki aralarından biri ‘Öldürmeyelim aptalı, başımıza bela almayalım’, dedi de durdular. Son birer veda tekmesi atıp yanımdan uzaklaştılar.

Ağzımdan ve burnumdan kan sızıyor, karnım, sırtım, bacaklarım yerlerinden kopacaklarmış gibi ağrıyordu. Ayağa kalkmaya çalıştım, midem sancıdı, öğüre öğüre kustum. Evet, rezil bir haldeydim, ama yüreğimi bir süredir sıkmakta olan mengene gevşemiş gibiydi.

Görseller: https://pixabay.com/ ve https://giphy.com/

Sort:  

To listen to the audio version of this article click on the play image.

Brought to you by @tts. If you find it useful please consider upvote this reply.

This post, with over $50.00 in bidbot payouts, has received votes from the following:

minnowbooster payout in the amount of $232 STU, $477 USD.
buildawhale payout in the amount of $46 STU, $95 USD.

For a total calculated bidbot upvote value of $278 STU, $572 USD before curation, with approx. $70 USD curation being earned by the bidbots.

This information is being presented in the interest of transparency on our platform @muratkbesiroglu and is by no means a judgement of your work.

Uzun öykünüz sanırım bundan biraz daha kısa olanı :)

Ehehe, 30-40 sayfalık öyküler de var, benimkiler onlara göre kısa

Murat hocam siz yazıyorsunuz değil mi blogunuzdaki öyküleri?

Evet, ben yazıyorum. Bu çok eskiden yazdığım bir öyküydü

I love the tonic you use to write, so dark and deep.

Coin Marketplace

STEEM 0.20
TRX 0.18
JST 0.032
BTC 91753.94
ETH 3331.64
USDT 1.00
SBD 2.86