Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” Vesilesiyle Irkçılık ve Milliyetçilik Üzerine Bazı Hatırlatmalar
Barış Ünlü’nün yeni yayınlanan “Türklük Sözleşmesi” kitabı vesilesiyle yaptığı söyleşi, Gazete Duvar’da “Barış Ünlü: Kürtler ırkçı olamaz çünkü ırkçılık bir sistemdir” başlığı ile yayınlandı.
Söyleşi tam da Hasip Kaplan ve Sırrı Süreyya’nın sözlerine denk geldiği için (belki de tam bu sözler üzerine bu söyleşi bilinçli olarak seçilmiş te olabilir, bilmiyoruz) epeyce ilgi topladı ve paylaşıldı.
Yazıyı okuyunca kitabı da getirtirip iyice bir barı Ünlü’nün kitabını ve tezlerini iyice ele alıp inceleyerek bir eleştiri ve değerlendirmesini yapalım diye düşündük. Bunu yapmayı hala düşünüyoruz.
Ancak Türkiye’de olaylar öylesine hızlı akıyor ki, herkesin gündeminde olduğu ve tartıştığı sırada bir şey yazmadıysanız, tren kaçmış oluyor. Ondan sonra ağzınızla kuş tutsanız kimse sizi dinlemez.
Biz de ta seksenlerin ortasından beri ırkçılık, 90’ların başından beri de milliyetçilik üzerine yazarız ve özellikle 2000’lerin başından beri gerek Marksizm’in, gerek diğer sosyoloji akımları ve politik eğilimlerin bir türlü ne olduğunu tanımlayamadıkları milletlerin ve milliyetlerin ne olduğunu açıklayan bir teorik çerçeve geliştirdik.
Yıllardır bunları hem kitaplarda (örneğin “Marksizmin Marksist Eleştirisi”) veya politik yazılarımızda defalarca çeşitli yönleriyle açıklamaya ve politik mücadele bağlamında somutlamaya çalıştık. Ne var ki; şu ana kadar bu görüşlerle tartışan hiçbir kimse çıkmadı, yok varsayılmaya devam ediyor.
Elbet bu bizim için şaşırtıcı değildir. Marks’ın Kapital’i de aynı akıbete uğramıştı ve hala da uğruyor. Kıvılcımlı’nın elli cildi aşan eserleri de hala Türkiye’nin aydın ve sosyalistlerince tartışılmamıştır. Böyle olması normaldir.
Temel tezimizi kısaca özetlersek, Ulusun ne olduğunu anlamak için dinin ne olduğunu anlamak gerekir. Ulusçuluk, modern toplumun dininin, buna aydınlanma diyelim, karşı devrime uğramış biçimidir. Irkçılık da aynı şekilde bu dinin bir başka karşı devrime uğramış biçimini ifade eder.
Modern toplumun dini, yani Aydınlanma, toplumun örgütlenmesini özel ve politik olan diye iki ayrı alana ayırarak ve böylece kişilerin dinlerini, inançlarını, soylarını, yani kapitalizm ya da Aydınlanma öncesinin toplumsal ilişkilerini düzenleyen dinleri, kişilerin özel sorunu olarak tanımlayıp, modern toplumun örgütlenmesinden dışlayarak, insanların biçimsel ya da hukuki eşitliğini sağlamış oluyordu.
Irkçılık da, milliyetçilik de Aydınlanma devrimine karşı iki farklı karşı devrimi ifade ederler. Aydınlanma olmadan ırkçılık ve milliyetçilik olamazdı. Yani insanların eşitliğini reddeden karşı devrimler gerçekleşemezdi.
Irkçılık, bu karşı devrimi, insan tanımı üzerinden yapar. Sömürgeciliğin bir ifadesidir.
Milliyetçilik ise bu karşı devrimi, insanların eşitliğini sağlamak için yapılmış özel politik ayrımında, politik olanı, yani devleti bir toprak parçası, bir dil, bir din, bir ırk, bir soy, bir tarih, bir kültür, bir gelenek ile tanımlayarak yapar. Böylece insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini koyar.
Aydınlanma Kozmopolittir, milliyetçi değildir. Aydınlanma’da Yurttaş ve İnsan aynı özdeş kavramdır. Ulusçuluğun karşı devrimine uğramamış bir aydınlanmanın ideali bir dünya cumhuriyetidir. Karşı Devrime uğramamış bir Aydınlanma, fethettiği ülkeleri dünya cumhuriyetine katar ve o ülkelerin yurttaşlarını dünya cumhuriyetinin eşit haklı yurttaşları yapardı.
Ne var ki, tarihteki bütün büyük dinler, ki dinlerin ortaya çıkışmları birer devrimdi, her zaman egemen sınıflarca karşı devrime uğramışlar ve devrimin yayılışları karşı devrimci biçimleri altında sürmüştür.
Hristiyanlık, Konstantin’in ve papalığın karşı devrimleri biçiminde yayılmıştı, İslam, Muaviye’nin (yani Mezopotamya uygarlığı geleneğinin) yaptığı karşı devrimle ve Emeviler biçiminde, sonra da Pers (uygarlığı geleneğinin) karşı devrimiyle Abbasiler biçiminde yayılmıştı.
Ama bu yayılışlar esnasında henüz komünal ve eşitlikçi geleneklerin bulunduğu topluluklar (Oğuzlar, Özbekler, Türkmenler, Berberiler) aracılığıyla o karşı devrimci biçimleri içinde kısmi Rönesanslar da yaşayabiliyor ve bu gençlik aşılarıyla daha geniş alanları (Özbeklerle Hint yarımadası, Oğuzlarla, Anadolu ve Balkan yarımadaları, Berberilerle İberik yarımadası) ele geçirebiliyordu.
Aydınlanma Devrimi de Karşı devrime uğramış ulusçuluk biçiminde yayıldı. Dolayısıyla Modern toplumun dinine geçiş, ulusların ve ulusçuluğun yayılışı ve yeryüzüne egemen oluşu biçiminde oldu.
Ulusçuluk kategorik olarak Aydınlanma’ya karşı bir karşı devrim olmakla birlikte, ulusçuluğun iki biçimini birbirinden ayırmak gerekir, birincisi daha az karşı devimcidir.
Ulusun ve Ulusçuluğun iki biçimini ayırmak gerekir. Ulusu bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle, bir kültürle veya bunların çeşitli kombinasyonları ile tanımlamayı reddeden, böyle tanımlamaya karşı tanımlayan Demokratik Ulusçuluk.
Yani dil, din, tarih, soy, kültür körü bir devlet ve ulusçuluk; bir de ulusu bunlarla veya bunlarım kombinasyonlarıyla tanımlayan gerici veya çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçuluk.
Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar bunun için de, aslında demokratik bir ulusçuluktan başka bir şey olmayan ve hala karşı devrimci özünü koruyan ulusçuluğu, yani ulusun bir dille dinle vs. tanımlanmamasını, ulusçuluğun aşılması olarak görürler.
Ulusçuluğun aşılması, ulusun bir dille, dinle vs. ile tanımlanmaması değildir; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddedilmesidir.
Yani ulusal olan nasıl tanımlanırsa tanımlansın, tıpkı Aydınlanma’nın devrimci döneminde dinlere yapıldığı gibi, kişilerin özel sorunu olarak tanımlanmasıdır.
Ve aslında Enternasyonalizm, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayandığından, ulusçuluğun zıddı değildir. Tamı tamına ulusçuluktur. Ve tam da bu nedenle, ulusçuluk zafer yürüyüşünü Enternasyonalistlerin, yani Marksist ve sosyalistlerin eliyle yapmıştır.
Evet, kısaca ve günlük dile aktarılırsa en basit açıklaması budur uluslar ve ulusçulukla ilgili teorimizin.
Bu teori açısından baktığımızda, aslında Akademik dünyada son derece yaygın olan, ulusların inşasının nasıl yapıldığına ilişkin çalışmalar, aslında ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesini hiçbir şekilde sorgulamadıkları için, sadece verili ulusun tanımlanışını ele aldıkları ve ona karşı genellikle eleştirel bir tavır içinde olmakla birlikte, ulusal olanın şu veya bu biçimle tanımlanmasını ulusçuluk olarak tanımladıkları için, yani ulusçuların ulus tanımına dayandıkları için, aslında hepsi de ulusçudurlar.
Barış Ünlü’nün temel yanlışı da budur.
Bizim sorunumuz anlattığı olgular değildir. O olguların hangi kavram sistemiyle açıklandığı ve açıklanabileceğidir.
(Bu vesileyle şunu belirtelim. Barış Ünlü’nün ulusçuluk ve ırkçılık hakkında bizim yazdıklarımızı bilip bilmediğini bilmiyoruz. Eğer yoksa, bu kitabın ciddi bir eksiği demektir. Elbette akademik dünyada bu eksik ona bir puan da kazandırır. Orada eksik olarak görülmez. Bu ayrı bir konudur.)
Ulusçular, başka bir ulusun haklarını tanımanın ulusçuluk olmadığını söylerler.
Yani örneğin, Kürtler ayrılmalıdır, ayrı bir devlet kurmalıdır demek ancak Türk milliyetçisi olmamakla mümkündür diye kabul ederler.
Ama bizim yaptığımız ulusçuluk tanımı açısıdan, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmak ulusçuluk olduğundan, Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu kabul etmek ve onların ayrı bir devlet kurmalarını savunmak ulusçulukla çelişmediği hatta ulusçuluğun gereği olduğu gibi, bu Türk milliyetçiliği ile de çelişmez hatta onun gereğidir. Yani akıllı bir Türk milliyetçisi, Kürtlerin haklarını savunu bu onu Türk milliyetçisi olmaktan çıkarmaz.
Milliyetçi olmamak öyle kolay değildir.
Demokratik bir milliyetçi (ulusçu), Kürtleri ayrı ulus olduklarını dolayısıyla ayrı bir devlet kurmalarını savunmaz: demokratik bir ulusçu, ulusun Türklükle veya Kürtlükle veya herhangi bir dille, dinle, tarihle vs. tanımlanmasını reddedip. Ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlamayı savunur.
(Yani bu bile ulusçuluktur. Hatta bugünün dünyasında bu bile ırkçılığa varan bir ulusçuluktur. Çünkü böyle tanımlanmış ulusu dışındaki insanları o ulusun yurttaşlarının haklarından yoksun bıraktığı için Irkçıdır. Bugünün bütün zengin ve batılı ülkeleri böyle bir ulusçuluğa nispeten daha yakındırlar ama tam da böyle bir ulus tanımının dışında bıraktıkları için bütün diğer insanları, yani dışladıkları için, ırkçıdırlar. Bugünün dünyasında ırkçılık bir tehlike değil, bir gerçektir. Yani en demokratik biçimiyle ulusu tanımlamak bile o ulusun ya da sınırların dışındaki insanları bu haklardan mahrum bıraktığı için ırkçılık sonucunu verir. Ama buna sadece değinmekle yetinelim.)
Şimdi bir somut olarak söyleşinin sonunda Beşikçi’ye ilişkin şu söylediklerine bakalım:
“Beşikçi, Türklüğü ve Türklük Sözleşmesi’ni analiz etmek için çok iyi ama tersten bir örnek. Çevremde, tarif ettiğim şekliyle Türklüğün tümüyle dışına çıkmış tek insan olarak İsmail Beşikçi’yi gördüm.”
İşte burada tipik olarak aslında gerçek bir Türk milliyetçisinin yapması gerekeni Beşikçi’nin yapmasını, “Türklük sözleşmesi”nin dışına çıkmak olarak tanımlıyor. Şunu anlamıyor. Beşikçi’nin Kürtlerin haklarını savunması, ne genel olarak milliyetçilikle çelişir, ne de Türk milliyetçiliği ile çelişir.
Çünkü başka ulusların devlet kurma hakkını savunmak tamı tamına milliyetçiliğin gereğini savunmaktır.
Hatta akıllı bir Türk milliyetçisi, Kürtlerin haklarının militan bir savunucusu olur, böyle yaparak kendi ulusunun çıkarlarını, refahını savunmuş olur.
Beşikçi’nin davranışı demokratik bir milliyetçilik bile değildir. Türk milliyetçiliğinin gereğini yapmaktadır. Ve ister Türk, ister Kürt milliyetçiliği olsun her ikisi de aynı ilkeye dayanıp savunduklarından, birinden diğerine geçiş de çok kolaydır. Beşikçi’nin tavrı bir Türk milliyetçisinin tavrı olabileceği gibi, bir Kürt milliyetçisinin de tavrı olabilir. Zaten bu nedenle Beşikçi aynı zamanda bir Kürt milliyetçisidir.
Ya da tersinden, Abdullah Öcalan ve PKK aslında Kürt milliyetçisidirler, ama aynı zamanda birer Türk milliyetçisidirler. Çünkü ulusun Türklükle tanımlanmasına bir itirazları yoktur, Kürtlerin de Türklerle aynı hakları olmasını savunmaktadırlar.
Ulusun ne Türklükle, ne de Kürtlükle, yani ne bir dille, ne bir dinle, ne bir etiyle tanımlanmasını reddetme yoktur. Kendilerine demokratik ulusçu demektedirler ama aslında akıllı Kürt milliyetçisi bir harekettir PKK.
Aynı şekilde, Barış İçin Akademisyenlerin yaptığının da, e genel olarak milliyetçilikle, ne de özel olarak Türk milliyetçiliği ile çelişen bir yanı yoktur.
Onların hiç birisi, ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesini sorgulaması ve uluslara karşı insanları savaşa çağırması diye bir sorunu yoktur.
Onları hiç birisinin ulusun Türklükle tanımlanmasını reddetme diye bir sorunu da yoktur.
Türklüğün şöyle ya da böyle tanımlanması Türk milliyetçisi olmayı ortadan kaldırmaz. Örneğin, Türklük şöyle de tanımlanabilir bir kütürel Türklük hatza genetik olarak ırkçı bir şekilde. Biz Türkler aslında Ermeni ve Rumların, yani Anadolunun otonkton halklarının torunlarıyız. Binlerce yıl içinde Müslümanlaşmışlarından geliyoruz. İz müslümanlaşmış olan Rumlar ve Emeniler, Hıristiyan Rum ve Ermenileri keserek Türk olduk. Yıllarca bu köklerimizi ve tarihi yanlışımızı inkar ettik. Şimdi aslımıza dönüyoruz. Soydaş Ermenistan ve Yunanistan ile birleşmek istiyoruz.
Bu pek ala potansiyel olarak var olan ve kimbilir belki olabilecek te, hem de ırka dayanan bir Türk milliyetçiliği olur. Elbet bunun kültürel versiyonu da olabilir.
“Çünkü Türklüğü ortaya çıkaran belli bir yapısallık, tarihsellik, toplumsallık. Bu yapısallık, tarihsellik, toplumsallık değiştikçe Türklük de değişecektir. Nitekim değişiyor.”
Evet aynen öyle oluyor. Türk milliyetçiliği Orta Asya ırkçılığına dayanan bir milliyetçilikten, kültürel (veya ırksal) bir Anadolu milliyetçiliğine geçiş sancılarız çekiyor.
Beşikçi değil ama imzacı akademisyenler kısmen böyle bir eğilimin ifadesi olarak görülebilirler.
Ama bunu “Türklük sözleşmesi”nin, (yani Türk milliyetçiliğinin) dışına çıkmak olarak tanımlamanın kendisi, tam da gerici milliyetçiliğin milliyetçilik tanımlarıyla olanı anlamaya çalışmak ve tanımlamaktır.
Barış Ünlü’nün yatığı tam da budur ve bu yazıyı Türk milliyetçiliği ve ırkçılığını aştıklarının ifadesi olarak paylaşanlar da aynı yanlış içindedirler bilimsel ya da teorik olarak.
Ama aynı imzacılar, sosyolojik olarak, Orta Asya’ya ve ırka dayanan Türk milliyetçiliğinden, kültürel bir Türk milliyetçiliğine geçişin ifadesi olarak görülebilirler.
Aşağıdaki yazı ise, hem bu konuyla ilgili, hem de Sırrı Süreyya’da kaba biçimde ifadesini bulanın ırkçılığın daha ince biçimlerinin ele alınışı ve eleştirisi. Demirtaş’ın Başkanlığı konusuna yoğunlaştığımızdan bu konuda bir şey yazmaya zaman bulamadık. Ama zaten çoktaaan, defalarca yazmıştık. Aşağıdaki de onlardan biri.
15 Ocak 2018 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Irkçı Olmamanın Zorlukları ve Müftüoğlu Örneğinde Türk Sosyalistlerinde Latent Irkçılık
(Irkçı Olmamanın Zorlukları)
Nasıl benim arkadaşım olabileceklerini bilmek isteyen
Beyazlar için.
Birincisi: asla unutma ki ben bir siyahım.
İkincisi: benim bir siyah olduğumu unut.
Eğer Aretha Franklin'i seviyorsan, bu güzel bir şey,
Ama seni her ziyaretimde bana onu çalma.
Beethoven'de karar kıldıysan da,
Bana onun hayat hikayesini anlatma.
Biz de Müzik dersi gördük.
Eğer hoşuna gidiyorsa, Afrika yemekleri ye,
Ama benden sana Afrika yemekleri yapmamı
ya da seni bir Afrika yemekleri lokantasına götürmemi bekleme.
Eğer bir siyah, seni aşağıladıysa,
seni soydu ya da kız kardeşinin ya da senin ırzına geçtiyse
ya da evini soyduysa, ya da basbayağı aşağılık herifin tekiyse.
Lütfen benden özür dileme onun kafasını kırmayı düşündüğün için,
Yoksa senin deli olduğunu düşünürüm.
Eğer siyahların gerçekten beyazlardan daha iyi sevgililer olduğunu düşünüyorsan,
bunu bana anlatma lütfen,
yoksa, bu hizmetimin karşılığını ödemek zorunda olduğumu düşünürüm.
Uzun lafın kısası,
Eğer gerçekten arkadaşım olmak istiyorsan,
bunun için rol yapma.
Sen de biliyorsun ki, ben tembel herifin tekiyim.
Pat Parker
Klasik sömürgeciliğin ırkçılığı biyolojik ırkçılıktır.
Yeni sömürgeciliğin ırkçılığı kültürel ırkçılıktır
Globalizm çağının ırkçılığı ise en demokratik biçimiyle bile milliyetçiliğin kendisidir. Globalizm çağında milliyetçilik ve ırkçılık iç içe geçer, milliyetçilik (“ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi”ni savunmak) ırk ayrımcılığının bir aracıdır. Örneğin Avrupa Birliğini savunmak veya örnek görmek ve göstermek Globalizm çağının ırkçılığıdır.
Çünkü, bugün en demokratik biçimiyle bile ulusların ve ulusal sınırların ve devletlerin varlığını savunmak yeryüzü ölçüsünde bir Apartheit rejimini savunmak anlamına gelmektedir.
Buna karşı dünyanın “siyahları”, bireysel direnişler biçiminde, ayaklarıyla mücadeleye başlamış bulunuyorlar. Gemilerle denizlerden, dağlardan, akla gelebilecek her yoldan Avrupa’ya, Amerika’ya yani refah içindeki Beyazların dünyasına kapağı atmaya çalışan “siyahlar”; kapatıldıkları “bantustan”dan veya “rezervattan” kaçmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar aslında.
Ama bu yazıda konumuz bu değil. Henüz sosyalistlerin, solcuların bile çoğu bunları görecek ve kafa yoracak noktada değil.
Bu ırkçılıklar kapitalizmin farklı aşamalarına karşılık düşmekle birlikte, önceki biçimler yok olmazlar, bu farklı ırkçılıklar günümüzde birbiriyle mücadele ve birlik içinde var olmaya devam ederler.
Bu farklı ırkçılıkları, Türkiye örneğinde şöyle daha iyi soyutlayabiliriz.
Biyolojik Irkçılık, atalarımız Orta Asya’dan geldi, tüm dünyaya hükmetmiştik yine etmeliyiz ırkçılığıdır. (Betonlar)
Kültürel ırkçılık: eskiden çok renkliydik sonra bu renkler soldu, kayboldu; çok renkli olmak gerekiyor. (Mozaikler)
Türkiye’de şu an verilen mücadele, geniş bir tarihsel perspektiften bakıldığında, demokrasi mücadelesi bile değil, biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa geçiş mücadelesidir.
Demokratik milliyetçiliğin bile ırkçılık olduğu gerçeği ise, Avrupa’ya kapağı atmayı en büyük ilerleme diye hedefine yazmış bu ülkede, henüz çok uzaklarda; dağların arkasındadır.
Türkiye’de ırkçılık denince sadece biyolojik ırkçılık anlaşılmaktadır. Bunun sonucu olarak da, örneğin “başka halklara ve kültürlere vs. karşı toleranslı” olmanın; “empati yapmanın”; “renkleri ve zenginlikleri kaybetmiş olmaktan” üzülmenin; farklı kültürlerden ve bunların zenginleştiriciliğinden söz etmenin nasıl örtülü bir kültürel ırkçılık olduğu bile bilinmemekte; hatta bunlar ırkçılık düşmanlığı; ırkçılıkla mücadele gibi görülmektedir.
Bu üç temel ve yaygın ırkçılıktan başka bir de “solcu ırkçılığı” ya da “sosyalist ırkçılığı” da diyebileceğimiz, “latent ırkçılık” vardır. Buna gizli, doğal, ince ırkçılık ta deniyor.
Türk sosyalistlerinin neredeyse hepsi latent ırkçıdır.
Neden ve nasıl?
Ama önce latent ırkçılığın nasıl bir şey olduğunu, anlamak için birkaç örnek.
Örneğin bir Batı ülkesine gezmeye gittiniz, tanıştığınız ya da konuştuğunuz biri size giyiminize veya yabancı dilinizin akıcılığına bakarak “hiç Türk’e (veya Kürde vs.) benzemiyorsunuz” dediğinde ırkçılık yapmış olur. Siz de bundan gizli veya açık bir haz duyduğunuzda zincirlerine âşık bir köle gibi davranmış olursunuz ama bunu bilemezsiniz. Çünkü aynı zamanda siz de latent bir ırkçısınızdır. Latent ırkçılığa karşı bir duyarlıktan yoksunsunuzdur.
Başka bir örnek, bir komünistsiniz, komünistlerin yüzde doksan dokuzunun da ateist olduğu bilinmeyen bir şey değildir. Diyelim ki batılı bir ülkeye gittiniz ve komünist yoldaşlarınızla yemek yiyeceksiniz. Tabldotta içinde domuz eti olan yemek var. Hiç şaşmaz, o komünist batılı yoldaşlarınızdan biri size bakacak ve “Müslüman ülke” den geldiğiniz için, “içinde domuz eti varmış, sen yiyor musun” gibi bir söz edecektir.
Bu tipik Latent ırkçılıktır.
Veya o yoldaşlarınızla o yemekten önce ve sonra toplantıdaydınız diyelim. Ve gündemde Avrupa’nın sorunları, Dünyanın sorunları veya herhangi bir teorik sorun tartışılıyor olsun.
Avrupa’nın sorunları tartışılırken kimse size sen ne diyorsun diye bakmaz. Ama diyelim ki, yabancıların sorunları tartışılırken bütün gözler size döner.
Bu latent ırkçılıktır.
Ve büyük bir olasılıkla muhtemelen siz de bunu son derece normal ve güzel bir şey olarak karşılayıp, yabancılar konusunda Avrupalı yoldaşlarınızı tenvir etmeye çalışacaksınızdır.
“Hiç Türk’e benzemiyorsunuz”dan keyif almaktan farklı davrandığınızı bilmeyeceksinizdir. Çünkü siz de ters yüz olmuş bir Latent ırkçısınızdır.
Veya bir teorik sorun tartışılıyor. Ama sizden hep olgular üzerine konuşmanız bekleniyor; teorik genellemeler ve sınıflamalar üzerine konuşmanız beklenmiyor bile.
Bütün bunlar Latent ırkçılığın çeşitli görünümleridir.
Şimdi Türk solcu ya da sosyalistlerinin hem ırkçılığa uğrayan hem de ırkçılık yapan olarak Latent ırkçılar olarak iki örneğini görelim.
Önce ırkçılığa uğrayan olarak nasıl zincirlerine âşık köleler gibi davrandıklarına bir örnek.
2014 yılının Mayıs ayında Türkiye’ye Negri ile İmparator vs.yi yazan Michael Hardt da gelmişti ve Gezi üzerine Yeldeğirmeni’ndeki Don Kişot’ta bir toplantı yapılmıştı.
Orada bu Latent ya da sosyalist ırkçılığının bir örneğini ve bunun da bizzat bu ırkçılığa maruz kalanlarca içselleştirilmişliğini o toplantı üzere yazdığımız bir yazıda şöyle aktarıyorduk:
“Toplantıya biraz da böyle bir umutla gitmek istiyordum ama gelişmiş ülkelerdeki aydın ve sosyalistlerin farkına varmadan dışa vurdukları Latent (incesinden, gizli, doğal) ırkçılığı bildiğim için böyle bir umudum da yoktu.
İşin kötüsü tam da korktuğum gibi oldu. Hardt kendini tam da eşit duruma koymak isterken bu ırkçılığı yapıverdi. Tabii bunu toplantıda hisseden muhtemelen sadece bendim.
Hepimiz eşittik. Eh daire biçiminde de dizilmiştik. Bir arkadaşımız da toplantıyı yönetiyor, sözleri dağıtıyordu. Hardt da kendisine söz verilince, birlikte konuşalım şu soruların cevaplarını öğrenmek istiyorum diye tevazuyla (hatırımda kaldığı kadarıyla) şu soruları sıraladı:
• Gezi’nin toplumsal bileşimi nedir?
• Gezi’nin sınıfsal bileşimi nedir?
• Gezi’nin politik örgütlenme biçimleri nelerdir?
• Yatay bir hareket olarak Gezi nasıl sürekli olabilir?
• Demokrasiden ne anlaşılıyor?
• Gezi’nin uluslararası boyutları nelerdir (İlgiler, bağlantılar, dersler)?
Elbet bunlar her ciddi sosyalistin, hareketler ve sorunlar üzerine kafa yoran herkesin, her Gezi’cinin sorması gereken sorulardır. O da bilimsel düşünce disiplini edinmiş bir akademisyen ve sosyalist olarak bunları sordu.
Peki, bunun ırkçılık neresinde denebilir?
Irkçılık soruların içeriğindedir. Neden ve nasıl?
Gelişmiş ülkenin aydını ya da sosyalisti için geri ülkenin aydını ve sosyalisti olgular hakkında bilgi toplayacağı bir kaynaktır. Teorik genelleme ve sonuçlar çıkarmayı kendine görür. (Bunu bilinçsizce yapar, kötülüğünden değil.) Irkçılık tam da buradadır. Biçimsel olarak eşit hatta tevazu olarak görünen şeyin kendisinin içeriğindedir bu ırkçılık.
Dikkat edilirse soruların hepsi olguları toplamaya yöneliktir. Sentezi ve sonuçlar çıkarmayı kendine ayırmaktadır, böylece farkına bile varmadan içeriksel bir dışlama ve alta yerleştirme yapmış olmaktadır.
Hâlbuki kendisi olgulardan teorik sonuçlar çıkaran bir insan olduğuna göre, şöyle de başlayabilirdi örneğin. “Görüşlerimiz biliniyor? Gezi olayı ile bu görüşler arsında şöyle çakışan ve/veya çelişen noktalar var. Sizlerin veya içinizden birlerinin bunları daha tutarlı ve sistematik olarak açıklayan bir teorik sisteminiz var mı?”
Böyle sorsa, iki genellemenin arasındaki, iki açıklama teşebbüsünün arasındaki kavramsal sorunlar ve olguları açıklamaya ne kadar uyun oldukları tartışılabilir. Bu, eşitler arasında, farklı teoriler arasında, farklı açıklamalar arasında bir tartışma olur. Hâlbuki sadece olgulara ilişkin sorular sorması, karşısında bir genelleme, bir alternatif teori bulunmadığı ve bulunmayacağı varsayımına dayanmaktadır. Irkçılık tam buradadır.
Ama burada sadece Hardt’ı da suçlamamalı. İleri ülkelerin aydınına hayran, kendisini ileri ülke aydını ya da sosyalistinin koyduğu yerde gören bunu içselleştirmiş sosyalist ve aydınlarının suç ortaklığını (Mittäterschaft) da görmeli." (“Michael Hardt’ın Don Kişot’taki Toplantısının Düşündürdükleri”)
Michael Hardt’ta da görülen rafine ırkçılığın kurbanı ve suç ortağı olan Türkler veya Türk sosyalistleri bu sefer aynısını Kürt sosyalistlerine yaparlar.
Nasıl mı?
Örneğin Türk Sosyalistleri’nin “Emek eksenli” mücadeleden söz etmeleri; “emek eksenli” birlikler kurmaları; Kürtler söz konusu olduğunda “Etnik milliyetçilik”, ”Mikro milliyetçilik” (Anlaşılan kendileri “makro milliyetçi”) yapmalarından söz etmeleri, bu ırkçılığın çok kaba biçimleridir.
Ama yakınımızdan ve sevdiğimiz bir arkadaşımızdan somut bir örnek verelim önce. Örneğin bir zamanlar Ertuğrul Kürtçü, “Kürtler ve Türkler İçin Ortak Bir Dil: Emeğin Dili” diye yazılar yazıyordu 2009 yılında.
Tabii burada “Emeğin dili”ni Kürtlere öneren Türk sosyalisti Ertuğrul Kürkçü oluyor ve Kürtlerin bu emeğin diline doğru gelmelerini elbet takdirle karşılıyordu. (Benzerini Oğuzhan Müftüoğlu da yapıyor, göreceğiz)
Biz o zamanlar Kürkçü’nün bu yaptığının Latent ırkçılık olduğunu yazdığımızda çok tepki toplamıştık. Ama Ertuğrul Kürkçü daha sonra 2011 seçimlerinden sonra, eskiden etnik temelli siyaset yapmakla suçladığı; “demokratik cumhuriyet”i yerine “sosyal cumhuriyet” önerdiği Kürt hareketinin bulunduğu yere gelmişti. Örneğin HDK kongresinde konuşmaya dört dilde selamla başlamış ve “şimdilik dördünü öğrenebildim, diğerlerini de öğreneceğim” demişti. Bunun somut anlamı şuydu; “Kürtlere “Emeğin Dili”ni öğretmeye kalkmıştım, şimdi Kürtlerden “Demokrasinin dilini” öğrenmeye başlıyorum.”. Ama eski kavrayışıyla ifade edilirse, “Emek eksenli” politikadan, “etnik temelli” politikaya geçmiş oluyordu.
Ertuğrul’un bu evrimi kanımızca olumlu yöndedir ve bugün bulunduğu yer, hangi gerekçeyle olursa olsun, politik olarak bin kat daha doğrudur 2009’da bulunduğu yerden.
Tabii elbet Kürkçü bu nesnel anlamı ve durumu görmüyor olabilir. Kürt hareketine emeğin dilini öğrettiği için bugün olduğu noktada bulunduğunu düşünüyor olabilir. Elbet bir adaya doğru yüzen birisi, adanın kendine doğru hareket ettiğini düşünebilir.
Her ne olursa olsun bugün bulunduğu yer en azından adının sahilidir. Boğulma tehlikesi olsun yoktur.
Bu örnekten sonra Türklerin ırkçılığının mekanizmasını görelim.
Demokrasi düşmanı politikacıların, Kürtler her şey olabiliyorlar, Kürt sorunu yoktur söylemine karşı Sırrı Süreyya Önder’in popülarize ettiği bir itiraz vardır. “Evet, her şey olabiliyorlar ama Kürt olamıyorlar.”
Bunun tersi aynen Türk sosyalistleri ve solcuları için de geçerlidir.
Bizim zavallı Türk sosyalist ve solcuları da her şey oluyorlar ama maalesef Türk olmuyorlar veya olamıyorlar. Feminist, sosyalist, anarşist, liberal vs. hepsini oluyorlar. Ama maalesef Türk olamıyorlar.
Tersinden, Kürtler de feminist, anarşist, sosyalist vs. olamıyorlar, ne olurlarsa olsunlar hep Kürt kalıyorlar.
Bir örnek. Yine 2009 Çatı Partisi tartışmalarında şunları yazmıştık:
“Türk sosyalistlerinin hepsinde Kürt özgürlük hareketi ve Kürtler karşısında gizli veya açık bir ırkçılık var. Türk şehir orta sınıfı solcu ırkçılarda çok sık görülen bir biçim de kendilerini sosyalist olarak tanımlarken, Kürtlerden bu payeyi esirgemeleriydi. Bunun daha rafine bir biçimi, kendilerini bir özne, Kürtleri bir nesne olarak görmeleriydi. Örneğin Ufuk Uras’ın meclisteki “ilk sosyalist” olduğundan falan söz ediyorlardı. Sanki bir Akın Birdal, sanki bir Sabahat Tuncel, bir Emine Ayna, bir Demirtaş sosyalist değillermiş, kendilerini sosyalist olarak tanımlamıyorlarmış gibi.
Bunun bir benzerine de Çatı Partisi toplantısı boyunca rastlanıyordu. Türkler hep sosyalistlikle Kürtler de ulusal hareketle birlikte anılıyordu. Bırakalım sosyalistliği, demokratlık bile Kürtlere lâyık görülmüyor, liberallik, demokratlık, sosyalistlik (tabii anarşistlik, feministlik, Müslümanlık, Alevîlik vs. de) hepsi Türklerin özellikleri olduğu veya olabildiği özellikler olarak sıralanıyordu. Kürt Özgürlük hareketinden arkadaşlar olgunluk gösterip bunları pek sorun etmiyorlardı.”
Peki neden böyle?
Çünkü Türkler tam da Türk oldukları için Türk olamıyorlar ve hep anarşist, sosyalist, feminist falan kalıyorlar. Türk olmasalardı, tam da Türk olduklarına vurguyu yaparlardı.
Şimdi bu Türk sosyalist, feminist, anarşistlere sorsanız, milliyetçiliğe karşı olduklarını, kendilerini hiçbir milletten hissetmediklerini falan söyleyeceklerdir.
Ancak bu onları Türk olmaktan, Türklüğün imtiyazlarını yaşamaktan; egemen ulustan olmaktan alıkoymaz. Çünkü Türk olmamak öyle kolay bir şey değildir; hele insanın kendini nasıl hissettiği ile ilgili de değildir. Tamamen politik bir varoluştur Türk olmak.
Çünkü ana dili Türkçe olmayan insanlardan alınan vergi ile Türkçenin zorunlu dil olduğu bir ülkede zorunlu Türk dili ve Türk tarihi okutulmaktadır.
Siz istediğiniz kadar kendinizi Türk hissetmeyin Türksünüzdür ve bu imtiyazı yaşıyorsunuzdur.
Bu durumda Türk olmadığınızı söylemeniz, kelmei şahadet getirip, namaz kılıp, oruç tutup, hacca gidip vs. ondan sonra da ben kendimi Müslüman olarak hissetmiyorum demekten farksızdır.
Türkler de Türklükle tanımlanmış bu devletin sınırlarını, kağıtlarını, yasalarını okullarını, eğitimlerini tanıyorlar ve bunlara hiçbir itirazları yok; bunları yok etmeyi baş görevleri olarak koymuyorlar. Yani İslam’ın beş şartını yerine getirip ondan sonra ben Allah’a inanmıyorum ya da kendimi Müslüman hissetmiyorum diyenden farkları yoktur.
Türk olmamak için, bu devletin okullarını, yasalarını, kanunlarını tanımamaları, ona vergi vermemeleri, onun kağıtlarını (Nüfus, Pasaport vs.) yırtıp atmaları ve kullanmamaları gerekir. Hemen görüleceği gibi Türk olmamak çok zordur. Bu şeriatla yönetilen bir toplumda dinsizliğini ilan edip hiçbir şarta uymamaktan farksızdır. Sonuçları da farklı olmaz.
Burada ırkçılığın ortaya çıkmasına yol açan sorun şudur. Bu egemenlik öyle içselleştirilmiş ve öylesine olağan karşılanmaktadır ki egemenlik ilişkisi olduğu bile görülmemektedir.
Şimdi Müftüoğlu örneğinde bu ırkçılığı görelim.
Önce olduğu gibi aktaralım yapılmış görüşmeyi:
“Kürt hareketindeki bazı arkadaşların zaman zaman Mahir Çayan’a gönderme yaptıkları yazı ve beyanlarını okuyorum. Bundan tabii ki memnun oluyoruz. Bu arada Türkiye solunun Kürt hareketinin etrafında birleşmesi gerektiği şeklinde öneri ve çağrılar da oldu. Zaten oraya giden arkadaşlar da var. Bunun doğru bir fikir olduğunu söylemek mümkün değil.
AKP zihniyeti ülkeyi büyük bir karanlığa sürüklerken buna karşı bütün ülkede gelişen ilerici tepkilerin sol/sosyalist bir anlayış temelinde birleşik bir gücün örgütlenmesidir. Kürt sorununun gerçek çözümlerini de bence ülkedeki devrimci demokratik anlayışların bağımsız şekilde örgütlenerek güçlenmesiyle bulabileceğiz. Aşağı yukarı kırk yıla yakın bir zamandır yazıp söylediğim bir şey var: 65 -71 döneminde gelişerek Kızıldere’de en önemli kadrolarını kaybeden devrimci hareketin en temel özelliklerinden biri kendi öz gücüne dayanan bir mücadele ve siyaset anlayışına sahip olmasıydı."
Şimdi yukarıdaki açıklama ve örnekler ışığında bu alıntıya bakalım.
Bir zamanlar Kürkçü’nün duyduğu memnuniyet gibi bir memnuniyet duyuyor. Bir zamanlar Kürkçü şöyle yazıyordu:
“O yüzden ben Kürt sosyalistlerinin, Kürt devrimcilerinin bu meselenin tamamen farkında olarak, şimdi vurguyu giderek artan bir şekilde emeğin hakları, emeğin mücadelesi, emeğin kurtuluşu, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesi eksenine yerleştirmeye gayret etmelerinden, bunu kavramsallaştırmalarından ötürü son derece memnunum.”
Şimdi de Oğuzhan Müftüoğlu “ağabey”
“Kürt hareketindeki bazı arkadaşların zaman zaman Mahir Çayan’a gönderme yaptıkları yazı ve beyanlarını okuyorum. Bundan tabii ki memnun oluyoruz” diye lütfediyorlar.
Aynı yukarıdan bakış; aynı sosyalistliği ya da devrimciliği veya devrimci gelenekleri kendi mülkiyetinde görme, aynı Latent ırkçılık.
Şimdi Oğuzhan Müftüoğlu’nun birbiriyle zıtlık içinde kullandığı kavramlarına bakalım:
• “Türkiye Solu” – “Kürt hareketi”
• Sol, sosyalist güçlerin “Bağımsız Örgütlenme”si – “Kürt hareketinin etrafında birleşmesi”
• “kendi öz gücüne dayanan” – Kürtlere dayanan “Kürtlerle Birleşen”
İdeolojik gericilik her zaman kavramların içeriklerini belirsizleştirerek, ters yüz ederek kendini ifade eder.
İlk zıtlığa bakalım.
Türklerin bir türlü Türk olamaması ve Kürtlerin de bir türlü sol olamaması birinci zıtlıkta tipik örnek olarak çıkıyor.
Türkler her zaman “Sol” Kürt hareketi karşısında. Tabii sol ama Türk solu değil. “Türkiye solu”.
“Türkiye” ile eğer bir toprak parçası kast ediliyorsa Türkiye Solu’nun karşılığı Kürdistan Solu’dur. Dikkat edelim Müftüoğlu Kürdistan’dan ve Solundan söz etmiyor, Kürtlerden söz ediyor. Farklı kategorileri, aynı kategoriden şeylermiş gibi karşı karşıya koyuyor. Gerici ideolojilerin tipik hilesini yapıyor. Kürtlerden söz etmenin kategorik karşılığı, Türkiye Solu değil “Türkler”dir. Söylediğini özüyle böyle anlamak gerekir.
Bu gerçek anlamıyla önermeyi yazdığımızda “Türk solcuların Kürt solcularının etrafında birleşmesi gerektiği yönünde öneriler de oldu”. Veya Türklerin Kürtlerle birleşmesi yönünde…
Böyle bir öneri hiçbir şekilde olmadı ve Kürt sosyalistleri veya solcuları hiçbir zaman böyle çiğ öneriler yapmadılar ama varsayalım ki oldu.
Böyle bir öneriye kendini Türk hissetmeyen Türk solcusunun cevabı “niye olmasın” olabilir. Çünkü burada Kürtlük ya da Türklük değil, solculuk ayırıcı kriterdir. Kürtlüğün ya da Türklüğün bir kıymeti harbiyesi olmaz o noktada.
Ama böyle bir duruma itiraz etmek ne anlam gelir. Aslında Türklüğü ve Kürtlüğü esas ayırıcı kriter olarak ele almanın fiilen itirafıdır. Ama sadece bu kadar da değil, bunların birleşmesine de karşı olmaktır. Yani aslında Müftüoğlu, solcu bile değildir, bir Türk’tür, ve Türklüğü ve Kürtlüğü esas kriter olarak aldığı için eğer solculuğu kast ediyorsa, Kürt ve Türk solcularının; eğer Türklüğü veya Kürtlüğü kast ediyorsa Kürtlerin ve Türklerin bir araya gelmesine itiraz etmektedir. Kategoriler yerli yerine koyulup analiz edildiğinde ifadesinin özü budur.
İkinci örnek “bağımsızlık” ve diğeri açıkça öyle söylenmese de Kürtlerin etrafında örgütlenme bağımsız olmayan, bağımlı veya kişiliksiz olarak tanımlanmakta ama bu açıkça ifade edilmemektedir. Ama örtük olarak bu vardır. Zaten Türkler de onu böyle anlamaktadır. Bu nedenle Oğuzhan Türklerin en gerici kesimlerinin ruhunu okşamaktadır.
Bu analizin birinci düzeyi.
İkinci düzey de vardır. Bağımsızlık deyince bir sosyalist burjuva ideolojisinden bağımsızlık anlar. Kürdistan’daki sosyaliste veya bir zamanlar Sovyetler’e veya enternasyonal’e bağımlılık bir bağımlılık değil; aksine burjuvaziden bağımsızlıktır.
Ama Müftüoğlu, bağımsızlıktan aslında Türklüğün ayrı olmasını kastettiğini ifade etmiş oluyor. Bu en gericilerin kavrayışıdır.
Bir iyi kötü bu sosyalist gelenekle ilişkisi olmuş bir insan, Türk veya Kürt Türkiyeli veya Kürdistanlı solcuların veya sosyalistlerin burjuvaziden, gerici ideolojilerden bağımsızlığını, karşı karşıya koyar. Bağımsızlık ile Kürt hareketini değil.
Ama tam da böyle yapmayarak aslında gerici ideolojiye bağımlılığını ele vermiş olmaktadır.
Bağımsızlığın bir diğer versiyonu da “kendi öz gücüne” dayanma. (“kendini intihar etme” gibi bir söz “kendi öz gücü” ama bu önemli değil.)
Sorunu Kürtlük ve Türklük olarak değil; ideolojiler, programlar olarak gören biri için “kendi” sözcüğü, Türk veya Kürt farkı olmadan, diyelim demokratik veya sosyalist bir programı savunanları kapsar ve kapsamalıdır. Ya da bir nesnel sınıfsal aidiyeti.
Aynı ideolojide, aynı programda olduktan sonra Kürtlerle veya her hangi bir başka ulustan devrimcilerle birleşmek kendi özgücüne dayanmayı reddetmek anlamına gelmez. Çünkü bizzat onlar o “kendi”nin içindedirler.
Onları o “kendi”nin içinde görmemenin biricik anlamı vardır. O “kendi” kavramı Türkleri kapsamaktadır. Ancak bu durumda “kendi”, Kürt hareketiyle zıtlık içinde koyulabilir.
Görüldüğü gibi, kullanılan kavramların gerçek ve gizli anlamlarına girdiğimizde, Türklük meduzası her yenden kafasını çıkarmaktadır.
Evet Oğuzhan Müftüoğlu, bir sosyalist değil, bir solcu değil, tam da Türk olduğu için, bir türlü Türk olmamakta, solcu, sosyalist vs. olarak kalmaktadır.
Ve tam da bu nedenle onun dilinde karşı veya alternatif olarak tanımladıkları hiçbir zaman solcu veya sosyalist değil hep Kürtler (ya da onlara güvenenler, özne olmayanlar vs.) olarak kalmaktadır.
Ve tam da bu nedenle en gerici politikaları destekleyen ama kendisinin Türk olmadığını solcu olduğunu söyleyenlerin duygu ve düşüncelerine tercüman olmaktadır.
Sonuç olarak, bütün Türk sosyalistlerinde görülen Latent ırkçılık en açık ve gerici biçimiyle Müftüoğlu’nun satırlarında ifadesini bulmaktadır.
Bu vesileyle, BHH’da hala yer almaya devam eden HDP’ye oy vereceğini söyleyenlere bir kez daha orada bulunmamalarını; aslında oradakilerin tam da burada ele alınan ve eleştirilen Latent ırkçılığın en saf halini ifade ettiklerini görmelerini ve bir an önce onlarla aralarına mesafe koymalarını; politik olarak HDP’ye oy verilmesi yönünde karar alınma baskısı yapmalarını ve alınmadığı takdirde ayrılmalarını öneriyoruz.
Bulundukları pozisyonun adı dünya politika literatüründe “bataklık”tır Lenin’in dediği gibi.
Biz ise altınıza bir yelkenli çektik, sizi bataklıktan çıkardık ve “yelkenci” yaptık.
Yelkenlerinizi açın ve o bataklıktan uzaklaşın.
Yoksa sizi de yutacak.
Bizden söylemesi.
Demir Küçükaydın
01 Nisan 2015 Çarşamba