Evlat 1|2|3|4|5

in #tr6 years ago

Bölümlerin tamamını okumak isteyen bir çok arkadaş yazdı. Bunun için hepsini düzenleyip bir gönderi olarak paylaşmaya karar verdim.
Bundan sonra seslendirmeler gelecek, umarım beğenirsiniz :)

BİRİNCİ BÖLÜM

Gözlerim yanıyordu.
Burnuma yan odadaki yaşlı kadının ter kokusunu bastıran o bilindik iğrenç hastane kokusu dolmuştu. Sanki beynime hücum eden gaz molekülleri canımı yakıyordu, hastanenin yemekhanesinden gelen kuru fasulye ve mercimek çorbasının kokusunu ise almak bile istemiyordum. Üstelik orası yedi kat aşağıdayken.

Yumuşak diye söylenen yatak, uzun süre yatan sağlıklı birini bile hasta edebilirdi. En azından belini ağrıtacağı kesindi. Başımın üzerinde duran yüzüme tutulmuş güçlü beyaz ışık, ameliyatta gibi hissettiriyordu. İnsanlar ağızlarını oynatarak birbirleriyle iletişim kuruyorlardı. Ben bir tek kelime bile anlamıyordum. Anlam nedir bilmiyordum ama hepsini duyuyor ve ezberleyebiliyordum.

‘’ Biraz su alabilir miyim?’’ dedi diğerlerinden uzun boylu, traşlı adam. Siyah takım elbise giymişti. Saçları da siyahtı. Fit gözüküyordu. Beyaz önlük giyen kadın cam sürahiden bardağa suyu boşaltıp verdi, adam günlerdir su içmiyor gibi lıkırdatarak içti suyunu. Damağımın kuruduğunu hissettim.

Gözlerim yanıyordu.

Sanki hiç görmemişim gibi. Daha önce görmeye ihtiyacım yoktu çünkü. On sekiz yıl geçirdiğim yer karanlık, soğuk ve ıslaktı. Yapabildiğim tek şey duymak, tatmak ve koklamaktı.
İçinde bulunduğum tanka akan yoğunlaştırılmış su damlalarının çıkardığı seslerin yankılanmasını dinleyerek tüm odayı oluşturmuştum kafamda. Birisi geldiği zaman bir esinti oluyor, su yüzeyini hareketlendiriyordu ve gelen kişinin parfümünden yada terlerinden buharlaşan tanecikler suyun üzerine düşüyordu. Bir süre yüzdükten sonra burnuma girip onları analiz etmeme izin veriyordu adeta moleküller. Ayrıca durmadan dörtlü bip sesi duyuyordum.

İsmini sonradan öğrendiğim tarçın kokan biri vardı. Bir altmış sekiz boylarındaydı, uzun saçlıydı ve kadındı. Saçlarının rengini bilmiyordum. Çünkü sesler ve kokular renk söyleyemez.

Gözlerim yanıyordu.
Daha önce hiç görmem gerekmemişti.
Gözlerimi kırpıştırınca salgılanan bir sıvının beni rahatlattığını hissettim. Birkaç defa daha kırptım. Sonra bir kaç defa daha.

Tanıdık bir koku alıyordum. Tankta olduğum zamanlardan tanıdık bir koku. Derin bir nefes alıp, nereden geldiğini görmek için yüzümü oraya çevirdim. Her bir kasımın hareketini hissedebiliyordum. Kalp atışlarımı duyabiliyordum. Ayrıca odadaki diğer üç kişinin kalp atışlarını da duyabiliyordum. Birinin kalbi biraz daha hızlı atıyordu.

Kokusunu tanıdığım adam da oydu. Siyahlar içindeki adam ve hemşirenin sağlığı ise gayet yerindeydi. Bildiğim kokunun sahibi bir yetmiş boyunda, saçlarının önleri ve üstü dökülmüş, yalnızca kulaklarının üzerinde ve ensesinde birkaç tel saç kalan biriydi. Biraz şişmandı ama obez değildi.

‘’ Hey merhaba’’ dedi ağzını oynatarak. Sesini de tanımıştım. Ne anlama geldiğini bilmiyordum. Konuşamıyordum. Daha önce hiç konuşmam gerekmemişti. Bir elini görebildiğimden emin olduğu kadar kaldırıp, omuz hizasında parmaklarını biraz aralayıp sağa sola salladı. Sanırım bu merhaba kelimesinin hareketiydi. Tahmin etmek zor olmadı. Doğruldum, yatağın başına sırtımı yasladım. Ellerime baktım. Her bir kas kasılmasını ve gevşemesini hissedebiliyordum. Aynı hareketi ben de yaptım. Zaten gülümseyen kel adam daha da neşelenmiş gibi duruyordu. Yanındaki takım elbiseli adama döndü ve;
‘’ Söylemiştim’’ dedi. ‘’ Çok hızlı öğrenecek demiştim’’

‘’ Pekâlâ, Celal Bey. Bundan sonrası bize kaldı. Yardımlarınız için teşekkürler’’ dedi siyah takım elbiseli uzun adam ve kel adamı kolundan tutup odadan dışarı çıkarttı. Ardından kapıyı kapattı ama kapının arkasından bağırışını duyabiliyordum.

‘’ Onu ben canlandırdım. Ben keşfettim! Yeteneklerini keşfetmesini sadece ben sağlayabilirim! Duygusal davranmayı bırak!’’çok yüksek bir ses kullanıyordu. Ben tüm ses tellerinin birbirine çarpışını hissedebiliyordum. Başka bir şey demeden ses kesildi. Takım elbiseli adam bana döndü ve yatağın yanındaki sandalyeye oturdu.
‘’Nasıl hissediyorsun? ‘’ dedi. Ne demekti bu? Çıkarttıkları seslerin bir anlamı varmış gibi davranıyorlardı. Bana ise hareketler daha anlamlı geliyordu.

‘’Doğru ya, hiç konuşmadın’’ dedi. ‘’ Eminim bunu çözmen uzun sürmeyecektir’’ Hemşireyle bir şeyler konuşmaya başladılar.

Gözlerimin acısı geçmişti fakat… ağzımın kuruduğunu hissedebiliyordum. Hemşirenin durduğu yerde bir masa ve üzerinde su vardı. Nedenini bilmiyordum ama ona ulaşmak istiyordum. Sonradan bunun içgüdü olduğunu öğrenecektim. Suya uzanmak ister gibi ellerimi uzattım.

‘’ Susadın mı? ‘’ dedi hemşire. Sanırım beni anlamıştı. Başını yana eğdi, ellerini göğsünde bağladı ve bana bakmaya başladı. Sanki bir şey yapmamı bekliyordu. Aklıma az önce takım elbiseli adamın söylediği ve sonra hemşirenin suyu verdiği an geldi. Biraz su alabilir miyim hemşire demişti. Nasıl söyleyecektim.

‘’Bir...Biraz.Su…Alabilir m… miyim hemşire? ‘’ dedim.
Takım elbiseli adamın sevinci gözlerinden okunuyordu. Derin derin gülerek hemşireye döndü, hemşire de ona güldü. Ne vardı bunda, hepsi konuşabiliyordu. Neden ben konuşunca gülmüşlerdi. Yanlış mı söylemiştim? Ayrıca onları mutlu ettiğim için sevinmiştim ama dilim damağım kurumuştu.

‘’Biraz su alabilir miyim hemşire?’’ dedim bu kez kararlı bir şekilde.
Hemşire bana bir bardak dolusu su verdi. Tutup ağzıma götürdüm. Ağzımın nerede olduğunu içgüdüsel olarak biliyordum, tıpkı bir bebeğin ağzının nerede olduğunu bilmesi gibi.

Kana kana içtikten sonra su moleküllerinin içimde hareket ettiğini hissedebiliyordum. Yemek borusundan aşağı, mideme milyonlarca molekül akıyordu. Mideme baktım. İçeriyi göremiyordum. Panikledim. Ne oluyordu? Moleküllerden bazılarının kanıma karıştığını hissettim. Soldaki kalbim, onları önce akciğerlerime sonra vücuduma dağıtıyordu ve tüm vücudu dolandıktan sonra sağdaki kalbime geliyorlardı. Sağ kalbim kanı tekrar akciğerlerde temizleyip bu kez beynime göderiyordu. Beynimden çıkan oksijensiz kan ise sol kalbime. Döngü böyle devam ediyordu. Bir tek damla sağdaki kalbimden çıkan kan bile, beynime uğramadan başka yere gitmiyordu.

Bir dakika diye düşündüm. Kendi kalp atışlarımı dinledim.

Dört defa atıyordu.
Diğerlerininse iki defa atıyordu.
Onların yalnızca bir kalbi mi vardı?
Beyinlerini nasıl besliyorlardı? Ya da vücutlarını?
Göz bebeklerim büyümüştü. Şaşırmıştım.

Tam o sırada kapı birden açıldı ve içeri, Celal Bey ve başka bir takım elbiseli adam girdi.
‘’Alper, bu konuda anlaşmıştık.’’
‘’ Benim genlerimden oluşturulmuş bir kalbi taşıyor, onu bırakmayacağım.’’
‘’Sana onu bırak demiyoruz.’’ Deyince kapıdaki adam, Alperde bir rahatlama hissettim. Sıkı sıkıya tuttuğu yumruğunu gevşetmişti.

‘’Senin genlerinden oluşan bir kalbi taşıyor ama bu seni onun babası yapmaz. Onu korumak için güvenlikçi olarak yanında olabilirsin. Ama unutma ki beyin uzmanımız profesör Celal ‘’ dedi.
Alper derin bir nefes aldı.

‘’ Az önce konuştu’’ dedi.
‘’Ciddi olamazsın’’ dedi kel adam, isminin Celal olduğundan emindim. Profesör Celal. Soru sorar gibi bir bakış attı ona.
‘’Su istedi. ‘’
Hızlıca yanıma geldi ve yatağın yanına oturdu, biraz daha yanıma sokuldu. İrkildim.
‘’Konuş benimle’’ dedi.

Hemşirenin elindeki cam sürahiyi ve az önce su içtiğim bardağı aldı. Bardağa suyun akışını izledim. Alper’e uzattı.
‘’İstemiyorum de’’ dedi Profesör Celal.
‘’İstemiyorum’’ dedi Alper. Profesör, bardağı geri çekti ve masanın üzerine koydu. Olanları gördüğümden emin olmak ister gibi bana bir bakış attı. Anladın mı der gibi başını salladı.
‘’Sıra sende’’ dedi.

Suyu bana uzattı. Sanırım istemiyorum demem gerekiyordu. Böylece suyu geri koyacaktı. Ben de öyle yaptım ve söyledim. Yüzündeki mutluluk alelade belli oluyordu.
Alper ve diğer takım elbiseli adam beni kollarımdan tutup kaldırdı, hemşire ise eşofmanımı çıkarttı ve pantolon giydirdi. Sonrasında üzerimdeki ter kokan beyaz tişörtü çıkarıp başka bir beyaz tişört giydirdiler. Hastane koridorunda yürüyüp asansöre bindik, alt kata inip dışarı çıktık. Keşfedilecek çok şey vardı. Profesör Celal sağ yanımda, Alper sol yanımdaydı. Yürüyorduk.

Çok fazla ses vardı.
Ve çok fazla koku.

Sokaktan gelen tozun kokusunu, koşarken telefonla sinirli karısının azarını dinleyen bir adamın heyecanını, köşedeki kızın erkek arkadaşının yüzüne vurduğu tokatın şıklattığı sesin yankılanmasını ve yanlarından geçen birkaç insanın şaşırmışçasına vay sesleri çıkartmasını, korna çalan arabaları… Her şeyi hissediyordum. Beynime saldıran onlarca bilgi vardı. Onlarca keşfedilmeyi bekleyen şey. Başım ağrımaya başladı ve kafamı ellerimin arasına alıp dizlerimin üzerine çöktüm. Bir faydası yoktu.

Prof. Celal ve Alper koltuk altımdan tutarak beni ayağa kaldırdılar ve bir arabaya bindirdiler. Sesler uzaklaşana kadar başımı ellerimin arasına almış ve sallanan bir şekilde yolculuk ettim. Midemde garip bir his vardı. Ekşi ama dışarı çıkmak isteyen bir ekşi. Midem bulanıyordu.

Sadece ormanın sesinin olduğu bir yere gittik. Kuşlar başta olmak üzere bir çok tanımadığım hayvanın seslerini duyuyordum. Ve ormanın ferah kokusunu da hissediyordum.
Üç katlı büyükçe bir villa tipi evin kapısına geldik. Kapıyı bir kadın açtı.
Tarçın kokuyordu.

Saçları uzundu ve bir altmış sekiz boyundaydı.
Tanıdım.
Ben tanktayken gelip giden kadındı.

‘’ Evine hoş geldin’’ deyip boynuma sarıldı. Ne olduğunu anlamıyordum ama beni gördüğüne mutlu gibiydi.
Prof. Celal kulağına bir şeyler fısıldadı ve kadın üst kata çıkıp gözden kayboldu. Bir dakika sonra seslendi ve yukarı çıktık. Alper hala kolumdan tutuyordu. Beni bir sandalyeye oturttular. Bir perdeye projeksiyondan yansıtılmış bir resim ve altında harflerin oluşturduğu bir kod vardı.

‘’ Başlat’’ dedi Prof. Celal.
Yeni bir resim geldi. Resimde garip bir şey vardı. Korkunç görünüyordu.
Yılan diye bir ses geldi.

Resmin altındaki harflerden oluşturulan kodlarda da ‘’ yılan’’ yazıyordu.
‘’Durdur’’ dedi Prof. Celal. Bana döndü ve anladığımdan emin olmak ister gibi ‘’ senin sıran ‘’ dedi.
Sanırım söylememi istiyordu ve bu çok basitti benim için.
‘’Yılan’’ dedim.

Tebrikleri toplar gibi önce Alper’e sonra tarçın kokan kadına baktı. Devam et dercesine bir işaret yaptı ve resim değişti, yeni gelen resimle ses de değişti. Bazen aynı ses için farklı resimler geliyordu. Mesela ‘’ yüz’’ kelimesi. Bazen de belirli bir madde olmayan fotoğraflar geliyordu ard arda ‘’ heyecan, sevinç, hayal’’ gibi ifadelerdi bunlar. Çoğu zaman insanların yaptığı şeyler gibi duruyordu. Bunu da anlamam uzun sürmedi.
Ve sonra başka bir fotoğraf.

Sonra başka bir.
Ve yüzlercesi.

Sanırım anlaşmayı öğreniyordum, onlar gibi ses çıkartmayı. Konuşmayı.
Sayılar gelmeye başladı. Çok sevdim onları. Harflerden daha anlamlıydılar. Binlerce sayı ve ondalık sistem. Hepsi basitti. Sonra yüzlerce işlem, çarpım tablosu, hesaplamalar, denklemler, teoriler…
Hepsini anında ezberliyordum. Çok güzellerdi.

Onlar uyuya kalıncaya kadar bana eşlik ettiler. Bitince nereye basmam gerektiğini gösteren tarçın kokulu kadın da uyuya kalınca, sabaha kadar devam ettim. Diller, Fransızca, İtalyanca, Türkçe, eski Mısırca, Latince, tarih, matematik, fizik, biyoloji, mimari, sanat, tıp... Binlerce keşfedilecek şey vardı.

İKİNCİ BÖLÜM

Csilla için heyecan verici bir gün başlıyordu.

Yeni üniversitesine gideceği ilk günüydü ve bilmediği dilin konuşulduğu bir ülkeye gelmişti, buna rağmen bir çok kişinin İngilizce konuştuğu söylenmişti ona.
Dersleri İngilizce görecek olmasına rağmen arkadaş bulamamasından korkuyordu.

Beline kadar uzanan siyah saçlarını taradı ve çıktı evden. Bir önceki gün aldığı otobüs kartını kullanarak okul yolunu tuttu. İnsanlar garipti.
Kimse birbirinin yüzüne bakmıyordu, gülmüyordu.

Kendi geldiği kasabada ise herkes birbirine günaydın der ve muhabbet ederdi.
Ayrıca kimse kitap okumuyordu, oturmak için arkalara kadar yürümesi gerekti ve çantasından kitabını çıkartıp kulaklıklarını taktı.
Ama hiçbir müzik açmadı çünkü insanların konuşmalarını dinlemeyi seviyordu, böylece Türkçeye olan aşinalığı da artıyordu, insanların onun hakkındaki söylediklerini de dinleyebiliyordu.

Sınıfa geldiğinde kapıdan girip ortalardaki bir sıraya oturdu, herkes ona bakıyor gibi hissediyordu. Çantasından defterini ve kalemini çıkartıp sıranın üzerinde koydu ve çok geçmeden hoca girdi içeri.
Dersi İngilizce veriyordu ve Biyolojinin neredeyse yarısı da Latinceydi zaten. Annesinin kanser hastalığına tedavi bulmak umuduyla Moleküler Biyoloji bölümünü seçmişti, tıptan ümidini keseli çok olmuştu çünkü.

Büyük firmaların bilerek tedavileri sakladığına inanıyordu...

Hocanın anlattıklarını bir yandan not alırken diğer yandan ona hala bakan var mı diye düşünüyordu. Ders bittikten sonra hocayla konuşmak için kalktığında birisinin hemen yanında ayakta dikildiğini fark etti ve ‘’ afedersiniz?’’ dedi Türkçe.
‘’ Sanırım Erasmus öğrencisisin, ben Murat, memnun oldum.’’
‘’ Teşekkürler ben de memnun oldum’’ dedi. Söylerken aksanını kullanıyor, bu ona ayrı bir tatlılık kazandırıyordu adeta.
‘’ Bir yere yetişmen gerekiyorsa tutmayayım seni?’’ dedi Murat.
Hoca ile konuşmaya gidecekti ama bunu söyleyecek kadar Türkçesi yoktu. Kem küm ederek;
‘’Hocayla konuşacağım.’’ dedi.
‘’ Tamam, kantinde görüşürüz.’’ dedi Murat.

Orta boylu, kirli sakallı ve üç numara saçlı bir erkekti. Gördüğü erkeklerin neredeyse üçte biri böyleydi ve onun sevmediği bir tipti. Tekrar görüşeceklerini hiç sanmamasına rağmen hafifçe gülümseyerek yanından ve sıraların arasından geçip dışarı çıktı.
Hocasını bulmak için sağa sola baktı ve koridorun köşesinden döndüğünü gördü. Adımlarını hızlandırarak ona yetişti ve;
‘’Celal Hocam. Ben Macaristan’dan geliyorum, sizin yardımcı olabileceğinizi söylediler. ’’ dedi.

İnanılmaz derecede başım ağrıyordu. Onlarca şeyi öğrenmek hiç de zor gelmiyor ama tüm bilgilerin beynimdeki nöronları uyarmasını hissetmek acı veriyordu bu da yetmez gibi bir de Prof. Celal ile Alper’in tartışmasını dinliyordum.

‘’ Bak evlat. Senin genlerinden yapılma bir kalbi taşıyor olabilir ama geri kalan bütün bedeninin eşimin vücudunda hayat bulduğunu unutma. Benim dokularım uymadığı için seni kullandık!’’
‘’ Onun üzerinde haklarım var. Bunu daha önce konuştuk. Böyle bir şeye izin veremem.’’
‘’ Sadece araştırmalarımda yardımcı olacak! Ne sanıyorsun kendini. Güvenlik görevine devam et ya da bu evi terk et! ‘’
‘’ Edeceğim. Ama bir tek şartım var. Deneylerde acı çektiği an müdahale de edeceğim.’’
‘’ Acı çekmesine izin vermeyeceğim.’’ dedi Prof. Celal ve ardından odanın kapısı açıldı.

Hala dün gece geldiğim sinema salonu benzeri odadaydım ve projeksiyona en son yansıyan şey ‘’hayal’’idi. Böyle sözcükler için bir çok fotoğraf ve ses kullanmışlardı, yani soyut sözcükler için. Prof. Celal kalkmamı ve yanına gitmemi söyledi.

‘’ Gördüğün kelimeleri kullanarak anlaşıyoruz. Artık benim söylediğim her şeyi anlayacaksın. Sen de bu şekilde iletişim kurmalısın.’’ dedi.
‘’ Tamam’’ dedim. ‘’ Ben kimim?’’
‘’ İşte büyük soru geldi. Daha geç soramaz mıydın? ‘’ dedi Prof. Celal gülerek. Tarçın kokan kadın etrafta görünmüyordu, nerede olduğunu düşünürken hepsinden önce kalkıp benim dikkatimi dağıtmadan sessizce kapıdan çıktığını hatırladım.

‘’ Sen…’’ dedi Prof. Celal.
‘’ Nasıl anlatılır ki? Normal bir insan AYNI ANDA beyninin en fazla 57% sini kullanabilir. Dahilerde bu oran artabilir. Senin sadece beynini besleyen bir kalbin var.’’ O bunları söylerken odadan çıkmış koridorda başka bir odaya doğru yürüyorduk. Dışarıdan ormanın sesi gelmeye devam ediyordu.
‘’… böylece beyninin tamamını AYNI ANDA kullanabiliyorsun. Aman ha sakın ola şunu karıştırma, tüm insanlar beyninin tamamını kullanır ama hepsini bölüm bölüm kullanırlar. Aynı anda kullanmazlar. Çünkü kullanılmayan organlar körelir. Sen tüm beynini, nöbet geçirmeden yani fenalaşmadan aynı anda kullanabilirsin. Aman Allahım, neler yapabileceğini hayal bile edemiyorum!’’

Güzel döşenmiş bir odaya gelmiştik. Kahverengi dolaplar ve krem rengine boyanmıştı duvarlar. Yatağın üzerinde beyaz bir çarşaf ve yastık, yanında ise üç çekmecesi olan ufak bir dolapçık vardı. Dolapçık?.. İçeride Alper de oturuyordu.

‘’ … çevrendeki her şeyi bizden farklı algılıyorsun, aslında bizimle aynı duyu organlarına sahipsin ve aynı şekilde duyuyor, görüyor ve hissediyorsun, sadece sen hepsinin ayrı ayrı farkına varabilirsin, bir duyuya odaklanıp diğerlerini görmezden gelebilirsin, bu da sadece senin beyninin yapabileceği bir şey. Asla uyuyamazsın’’ dedi Prof. Celal. ‘’ Çünkü beyninin tamamı meşgul. Normal insanlar bile kafalarına bir şey takıldığı zaman uykusuz kalır. Sende ise inanılmaz bir anlama kapasitesi ve merak var. ‘’
‘’ Uyumak? ‘’ dedim.
‘’ Dün gece bizi hatırlıyor musun? ‘’ dedi Alper, camdan dışarıyı kolaçan ediyor gibiydi bir yandan.
‘’ Gözlerinizi kapatıp saatlerce hareketsiz durdunuz. Gerçekten öğrenilecek o kadar çok şey varken nasıl yapabiliyorsunuz? Her şeyi biliyor musunuz? Sıkılmıyor musunuz?’’ dedim.
‘’ Mecburuz’’ dedi Prof. Celal. ‘’ Normal bir insanın altı saat uyuması şart ama bizde alışkanlık sekiz saat uyuyoruz. Ha tabii Lale hariç, o altı saat uyur. Uykudayken bedenin dinlenir ve ertesi güne zinde başlarsın-‘’
‘’ Sahi nerede o? ‘’ dedi Alper.
‘’ Siz uyurken sessizce çıkıp gitti’’ dedim.
‘’ Nerey-‘’ Alperin sözünü kestim;
‘’ Bütün vücut aktivitelerimi hissedebiliyorum, kalplerimin atışlarını, kanımın damarımda ilerleyişini, oksijenin akciğerlerimdeki hareketlerini, kaslarımın kasılıp gevşemesini, her saniye tırnaklarımın nano-metre uzayışını, saçlarımın, beynimdeki elektrik sinyallerini…’’ ben saymaya devam ederken Prof. Celal ve Alper şaşırmış bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı.

Onların bunu yapamadığını o anda anladım.
‘’ Çok fazla ses duyuyorum’’ dedim. ‘’ Kafam patlayacak gibi oluyor… Lütfen…’’ dedim Prof. Celal’e baktım.

Gözleri dolmuştu. Ağlamaklı bir sesle;
‘’ Seni laboratuara götürüp üzerinde deneyler yapacağız. Beyninin çalışma şeklini benden iyi biliyorsun. O zamana kadar kapasitenin bir kısmını kullanmamaya ya da bazı şeyleri görmezden gelmeye çalış. Kendini tankta gibi düşün, sanki-‘’
‘’ Neden tanktaydım?’’ dedim. Cevap vermedi ve sanki kötü bir soru sormuşum gibi şaşırdı.
Onu üzüyor olmaktan mutsuzdum.

Üzerime bir şeyler giyinip aşağıda bekleyen arabaya bindik. Yol boyunca kimse konuşmadı. Yalnızca farklı bulup radyonun nasıl çalıştığını sorduğumda anlattı Prof. Celal, hepsi bu. Bana kızgın mıydı yoksa üzgün müydü bilmiyordum ama bu durum hiç hoşuma gitmiyordu.

‘’Dinle, şu anda seninle ilgilenemem. Zeki bir kız olduğunu söylediler ama başka bir zaman gel.’’ diyen Prof. Celal üniversitenin merdivenlerini çıkmaya devam ediyordu bir yandan.
‘’ Yanınızda olduğumu fark etmezsiniz bile, lütfen ısrar ediyorum!’’
‘’Bak Csilla, bir daha benim asistanım olma fırsatını yakalamak istiyorsan şimdi rahat bırak. Bugün olmaz. Derse bile girmemem gerekiyordu’’ dedi ve girdiği odasının kapısını Csilla’nın yüzüne kapattı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

‘’Kimle konuşuyordun?’’ dedi Alper, odadaki kahverengi deri koltuğa oturmuş elinde telefonu ile internette bir şeylere bakıyordu. Profesörün masasının üzerinde bir çok kitap, makale ve öğrencilerin bilgileri vardı, yani normalde çekmecelerinde olması gereken şeyler.
‘’Macaristan’dan yeni bir öğrenci gelmiş, asistanım olmak istiyor. Yönetimden zeki bir kız olduğunu söylediler. Tabii şu an bunu ölçecek zamanımız yok. Çocuk hala laboratuarda mı?’’
‘’ Ona bir isim versek diyorum...’’
‘’Haklısın.’’ dedi profesör.
Odanın içindeki kitaplığın yanında bir kapı vardı ve bahsettikleri laboratuar burasıydı. Profesör kapıyı açıp beyaz sedyede yatan çocuğa baktı.

Profesör odaya girene kadar tedirgindim. O gideli tam elli sekiz dakika olmuştu, derse gideceğini söylemişti ama yalnız kalmak ve hiçbir şey yapmadan uzanmak canımı sıkmıştı. O gelince bir rahatlama hissettim.

‘’ Nasılsın bakalım?’’ dedi.
‘’ Bilmiyorum. Hala başım ağrıyor.’’
‘’Gelirken sesleri görmezden gelmeyi başardığını söylemiştin, ha bir de kokuları. Yapabildin mi evlat?’’
‘’ Evet. Odaklandığım zaman yine her şeyi duyabiliyorum. Sanırım artık öğrendim.’’ dedim.
‘’ Güzel’’ dedi. ‘’ Sana bir isim düşünelim.’’

Daha önce hiç aklıma gelmemişti. Herkesin bir ismi varı, profesörün ismi Celal, hastanedeki takım elbiseli adamın ismi Alper, Tarçın kokan kadının ismi Laleydi.
Benim ise bir isme sahip olmam gerektiğini yeni öğreniyordum. Artık herkes bana öyle seslenecekti. Anlamlı bir şey olmalıydı ama karmaşık olmamalıydı.
‘’Bak evlat’’ dedi profesör, sedyenin karşısında, ofisindeki masadan yirmi santim daha kısa olan masanın arkasına geçti;
‘’ Kimse kendi ismini seçmez, doğunca anne ve babası bir isim verir. Kendine bir isim seçmenin zor olduğunu biliyorum ama…’’ çekmeceden bir kitap çıkartıp bana uzattı, ‘’… burada isimler ve anlamları yazıyor. Beğendiğin bir tanesini seç. Seçemezsen senin için ben seçeyim’’ dedi.

Kitabın sayfalarını hızlıca taradım, birer birer parmaklarımın arasından akıp diğer sayfaya geçişini izledim.
‘’Seçemiyorum’’ dedim.
‘’Önce açıp okumalısın.’’
‘’Hepsini okudum ya şimdi, bazıları çok anlamlı ama sanırım ayırt edemiyorum. Benim için seçer mis-‘’
‘’Hepsini sadece sayfaları hızlıca çevirerek mi okudun?’’ dedi profesör. Şaşkın bir ses tonu vardı, göz bebekleri büyümüş, kalp atışları hızlanmıştı.
‘’ Yanlış bir şey mi yaptım? ‘’ dedim
‘’Normalde bir insanın onu okuması günler alırdı.’’ Dedi. ‘’ Benim ismimin anlamı neymiş’’ dedi. Biliyordu da, sanki beni sınıyordu.
‘’ Celal, büyülük ve ululuk demek’’ dedim. Dudaklarını bir gülümseme aldı.
Vücut dilini çözmek için sanırım daha fazla çalışmam gerekiyordu, saniyeler içinde onlarca yüz kası farklı şeyler anlatabiliyordu.
Kitabı tekrar ona verdim.
‘’Annen…’’ dedi ve duraksadı. Sanki bir anısını hatırlamaya çalışır gibi tavana baktı;
‘’ …bir oğlu olursa Metehan koymayı isterdi’’ dedi.
‘’ Eski Türklerde yiğit, hakan, bir imparatorun ismi, han.‘’dedim. Birden sırtıma bir bıçak saplanmış gibi hissettim ve ‘’ Annem mi? Benim annem mi vardı? Nerede? Nasıl biri? ‘’

‘’ Sen sekiz aylıkken doğman gerekti, seni doğururken öldü. Aslında her şey böyle başladı.
Doğduktan sonra seni bir kuvöze koydular. Kalp atışların çok hızlıydı, normal bir bebeğinkinden daha hızlı.
Bir şeyler yapılmasaydı ölecektin ve ben de seni annenin karnından aldığım bir sıvıyı kopyalayarak yaptığım bir tankın içine koydum, gün geçtikçe gelişmeni izledim.
MR makinesi ile beyin aktivitelerini inceliyordum ve her gün daha fazla elektik sinyali yolladığını fark ettim. Seni bir ay daha orada tutup çıkartmam gerekiyordu ama ben on sekiz yıl daha tuttum ve beyninin yüzde yüzünü aynı anda kullanmanı bekleyene kadar tutmaya devam edecektim. Ama sonra gözlerinin görmediğini ve beyninin bu bölümünden etkilenen geriye kalan hiç bir kısmını kullanamayacağını fark ettim son aylarda ve çıkartmaya karar verdim’’ dedi.
‘’ Peki ikinci kalp?’’ dedim.
‘’ İki yaşına geldiğinde beyin gelişimin durmaya yüz tutmuştu. Bunun sebebini araştırdık ve beynini besleyen kanın yeterli olmadığını anladık.’’
‘’Biz kim?’’
‘’Lale ve ben, sonrasında sana yeni bir kalp yapmaya başladık ama ikimizin de dokusu uymuyordu.
Baban olmama rağmen dokumuzun uymama sebebini hala bilmiyorum, güvenlik şefi Alper burada işin içine girdi. Zaten karısını ve çocuğunu bir trafik kazasında kaybetmişti ve kendi kalbini inceleyip kök hücrelerinden yeni bir kalp yapmamıza izin verdi.’’ Boğazını temizledi ve devam etti...

‘’Yani sen iki yaşından beri yarı olarak Alper’in de oğlu sayılırsın.’’ dedi. Bunu söylerken biraz küçümseme, pişmanlık duyuyor gibiydi.
‘’ Evden çıkarken bana neden kızdın, annemi mi hatırladın?’’ dedim. Annemin ölümü onu neden üzüyordu bilmiyordum, bildiğim kadarıyla yaşayan her canlı ölüyordu yani bu alışıldık bir şeydi.
Yakınındaki insanların ölmesi neden üzüyordu kişiyi? Ya da benzer üzüntüyü köpekleri, kedileri ölünce yaşıyorlarsa, bu sabah koluna konan sineği bir şaplakta öldüren Alper neden üzülmemişti?
Yaşamın değeri canlının büyüklüğüne göre değişiyor muydu? Ben bunları düşünürken, profesör başını aşağı yukarı salladı.
‘’ Bu neydi?’’ dedim.
‘’ Onaylama hareketi. Bu beden dili.’’ dedi. ‘’ Bir şeyi onayladığımızda başımızı yukarı aşağı sallarız. Onaylamadığımız zaman ise dudak büküp sağa sola ‘’ dedi.
‘’ Üzüldüğün veya heyecanlandığını hissedebiliyorum. Kalp atışlarının değişimde-‘’
‘’ Sana bir araştırma makalesi vereceğim’’ dedi. ‘’ İnsan yüzündeki mikro ifadeleri görerek ne hissettiklerini anlamanın bir yolunu anlatıyor. Yalnız gördüğün her ifadeyi değerlendirmeye çalışırsan kimseye güvenemezsin. Her zaman herkesi okuma ki, bırak işler yolunda gitsin’’ dedi.

Kapıyı açıp kendi ofisine gitti ve kitaplığının altındaki dosyayı aldı, Alper ona bakıyordu ama o hiçbir şey söylemeden gelip dosyayı bana verdi.
Baktıktan sonra içeri gel deyip arkasını döndü, ayağa kalktım, dosyanın sayfalarını hızlı hızlı çevirmeye başladım. O kapıdan geçerken ben iki adım arkasından yürüyordum.

Kaşlar beraber aşağıda ve dudaklar sıkılmış vaziyette ise öfke…
Gözlerin yanındaki deri kırışmış, dudaklar iki yandan yanakları ittiriyorsa mutluluk…
Üst dudak burna çekilmiş ve göz ve burun çevresi kırışmışsa iğrenme…

Masasının arkasına geçip, dönen deri sandalyesine oturdu ve ben de Alper’in karşısına oturdum. Bir an hangisine baba diyeceğimi düşündüm.

Son sayfaya da baktıktan sonra masanın üzerine bıraktım dosyayı, bacak bacak üzerine atmış, ayağını sallıyordu ve ellerini dizinde birleştirmişti. Gerginlik… diye düşündüm.

‘’ Evet? ‘’ dedi profesöre bakarak. ‘’ Neler oldu?’’ Profesör bana anlattıklarını söyledi ve sonra yeni ismimi. Beynimi kontrol etmem gerektiğini, öğrenme kapasitemin normalin çok üzerinde olduğunu, her molekülü analiz edebileceğimi, insanlara yardım edebileceğimi ve bilimsel yeni buluşlar yapabileceğimi, çaresi olmayan hastalıklara ilaç geliştirebileceğimi…

Tüm bunları söylerken duvarlar üzerime üzerime geliyor gibiydi. Sırtımda çok büyük bir yük hissediyordum. Sanki saydıklarının hepsi benim görevim oluyor gibiydi. Tavandaki ampulden süzülen ışığı ve akan elektriği, açık camdan içeri gelen hava moleküllerini, üniversitenin bahçesinde gitar çalan çocuğun telleri titreştirmesini, başka bir çocuğun bir kızın karşısındaki heyecanla atan kalbini, yerdeki böceklerin ayak ve havadaki böceklerin kanat seslerini, bulunduğumuz binanın elektrik kablolarının içinden akan elektronları, odadaki insanların vücudunun yüklerini…
Tavandaki ampul sallanmaya başladı. Başım ağrıyordu. Adeta bütün dünya bana sesleniyordu. Yanıp sönmeye başladı ampul...

Daha sık yanıp sönmeye başladı ve… patladı. Profesör ve Alper irkildi, ben de öyle. Çığlık atmak istedim ama yapamayacak kadar halsiz kalmıştım.
‘’ Sen...’’ dedi Profesör. Şaşkınlığı bütün vücudundan okunuyordu; ‘’ Sen mi yaptın? Na-nasıl ?‘’

Csilla üniversitenin kütüphanesinde, profesör Celal’in çalışmalarını inceliyordu.
Eğer onun asistanı olmayı başarırsa annesinin kanserini yenebilmesi için çalışmalar yapabilir ve belki de onu kurtarabilirdi.
Artık son ümidi buydu çünkü doktorlar son aşamaya geldiğini söylemişlerdi. Ne kadar yaşayacağı belli değildi ve bu yüzden mezun olup kendisi araştırmayı bekleyecek kadar zamanı olmayabilirdi.

Kök hücreler ile ilgili çalışmalarını okurken, bu yöntemle annesinin kemoterapide kaybettiği sağlıklı hücrelerini geri getirebileceğini düşündü.
Bu konu profesörün zirve yaptığı araştırmalarıydı.

Kahvesinden bir yudum aldı.
Sayfayı çevirdi.

Kütüphanede kendisinden başka sadece gözlüklü ve zayıf, çelimsiz bir çocuk daha vardı. Karşısındaki masada oturmuş, elindeki kitaba gömülmüştü adeta. Acaba ne okuyor diye içinden geçirdi Csilla.
Birazdan kitap alma bahanesiyle arkasına geçecek ve kitaba bakacağım diye planladı. Görevlilerden biri yerleri paspaslıyordu, diğeri ise öğrencilerin masaların üzerine yada danışmaya bıraktığı kitapları raflarına yerleştiriyordu.
Birkaç sayfa daha okudu Csilla ve yeni bir şeyler öğrenmeye başladığı için hem heyecanlı hem de tedirgindi. Tedirgindi çünkü hiçbir çare olmamasından korkuyordu.

Kahvesini, çantasını ve kitabını masada bırakıp kalktı, çocuğun oturduğu masaya yakın bir rafa gitti. Tarih. Tarihten pek hoşlanmazdı. Sadece savaşlar diye düşünürdü...
Bir kitabı inceliyor gibi yapıp, çocuğun oturduğu masaya doğru sarktı ve ne okuduğunu görmek için gözlerini kıstı. ‘’Sanat Tarihi’’. Bir insan neden sanatın tarihini okur ki, sadece sanatını yap gitsin diye düşünürken kütüphanenin kapısından giren bir çocuğun onun oturduğu masaya doğru gittiğini gördü.
Elindeki kitabı aldığı rafa hızlıca geri koydu ve aceleci adımlarla masasına yürümeye başladı.

Az önce paspaslanan ve henüz kurumayan yere bastı, kayıp, başını yere çarptı....

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Yere yağmur damlalarının çarptığı, arabaların etraflarına su fışkırtarak gittiği bir geceydi. Üniversitenin reviri iki katlıydı ve biz ikinci katındaydık. Makinenin çıkarttığı biplemelere gerek yoktu çünkü ben kızın kalbini duyabiliyordum. Sağlıklı kalp atışlarına sahipti.
Tabii doktorlar benim duyduklarımı duyamıyordu. Başındaki yarayı beyaz bandajla sarmışlardı. Normalde beline kadar uzanan bakımlı saçları omuzlarından üzerine serpilmiş, dudakları ince, boyu bir yetmiş beşti. Kablolar boynundan göğsüne uzanıyor, kolundaki borudan ise serum damlaları damarına akıyordu. Zayıftı, yani formdaydı.

Gözlerini araladı. Maviydi gözleri. Deniz gibi değil, lacivert gökyüzü gibi de değil, farklı bir derinliği vardı mavinin ama açık bir mavi hiç değildi.

‘’İyi misin?’’ dedim.
‘’İyiyim’’ dedi. Macarca konuşuyordu. Bir an benim anlamadığımdan tereddüt etti, normal olarak.
‘’ Sevindim’’ dedim. Onunla aynı dili konuştuğumu duyunca şaşırmıştı ve göz bebekleri büyümüştü. Mavilik doğanın özene bezene tüm sanatını kullandığı bir renk gibi belirmişti adeta.
‘’Sen Macarca biliyor musun? Nerelisin? ‘’ dedi.
‘’ İstanbulluyum’’ dedim. Kalplerimin çarpışının arttığını hissediyordum; ‘’ Bildiğim dillerden biri’’. Doğrulup, tıpkı benim ilk uyandığımda yaptığım gibi yatağın başına yaslandı. Kolundaki serumun iğnesini ve göğsündeki kabloları çıkartıp makinenin üzerine bıraktı. Elini başına götürdü. Sanki o an acısını hisseder gibi yüzünü buruşturdu.
‘’ Ne oldu bana? ‘’ dedi. Sesi soluk, kısık ama kararlıydı.
‘’ Kütüphanedeyken kayıp düştün. Sanırım benim yüzümden. Çünkü senin çantanın yanındaki kitabı almaya gidiyordum ve gördün. Sonra seni buraya taşıdım ‘’ dedim.
‘’ Teşekkür ederim… Ama kitabı neden bu kadar istiyordun ki? ‘’
‘’ Profesör neler öğrenmeyi istediğimi sordu ve ben de her şeyi deyince kütüphaneye yolladı. Onun kitabını masanın üzerinde görünce heyecanlandım’’ Profesörün kimseye babam olduğunu söylememem gerektiğini tembihlediğini hatırladım bunları söylerken.
‘’ Profesörü tanıyor musun? ‘’ Bunu sorarken bir şey umut etmiş, heyecanlı bir bekleyiş içine girmişti.
‘’Kim tanımaz ki? ‘’ dedim. Soruyu savuşturmak için; ‘’ Biraz dinlenmeye çalış, ben dışarıda olacağım’’
‘’ Gerek yok, iyiyim ben eve gitmek istiyorum.’’ Yataktan kalkmaya yeltendi.
‘’ Bu gece burada kalman gerektiğini söylediler, beyninde bir sarsıntı olabilirmiş’’ ki ben olmadığını biliyordum ama bunu ona ya da her hangi birine söyleyemezdim. Profesör özel olarak sosyalleşmemi istemiş, normal bir genç gibi topluma karışmam gerektiğini söylemişti. Oflaya pofluya geri yattı. İyi geceler dileyip çıktım odadan, o her şey için teşekkür ederim derken.

Sabah güneşi etrafa ışık saçmaya başladıktan birkaç saat sonra kütüphane görevlisi kapıyı açtı ve beni içeride görünce şaşırdı. Profesörün izniyle araştırma yaptığımı söyledim.
Çaresiz kalmış gibi bir şey söylemeden danışma masasının arkasına geçti ve her gün yaptığı monoton görevlerine başladı. Bilgisayarı açtığını duyabiliyordum çünkü resmen uçak motoru gibi ses çıkartıyordu. Dikkatimi çektiğini anlayınca;
‘’ İlk başta böyle açılır sonra düzeliyor’’ dedi utangaç bir ses tonuyla. Bir sakıncası olmadığını belirtmek amacıyla yavaşça gülümsedim ve kafa salladım. Yanıma geldi;
‘’ Yirmiden fazla tuğla kalınlığında kitabı bir gecede mi araştırdın? ‘’ dedi masadaki kitaplara bakarak.
‘’ Aslında yirmi sekiz tuğla ’’ dedim. ‘’ Toplaması sizin için uzun sürecekse yardım edebilirim?’’
‘’ Teşekkürler bu benim işim’’ dedi. Arkasını dönüp gitti ve ben de elimdeki son kitabı daha öncekilere yaptığım gibi hızlıca sayfalarını çevire çevire okudum ve masanın üzerine bırakıp çıktım. Tüm insanlık tarihini, felsefeyi, resim ve müziği, sporu, mimariyi, psikolojiyi ve sosyolojiyi okumuştum. Yani insanların uydurduğu diyebileceğim bilimleri ve bilgileri. Fizik teorileri, tıp, biyoloji ve kimya gibi doğanın bilimlerini ve geri kalanları sonra okuyacaktım. Nedense kitapları raflara değil masalara bırakmamız için yazılar asmışlardı. Sanırım insanlar karıştırıyordu, çıkarken ilgimi çeken buydu.

Kütüphaneden çıkıp kantine gittim. Henüz açılmamıştı.
Temizlikçiler erkenden gelmiş, üniversitenin koridorlarında işini ezberleyen karıncalar gibi bir oraya bir oraya gidip duruyorlardı.

Dünkü kazadan ötürü kendimi kötü hissediyordum ama beynimi kontrol etmeyi, yani normal insanların birazcık daha üzerinde seviyeye indirmeyi tamamen öğrenmiştim ki bu da beni mutlu ediyordu. Artık başım ağrımıyordu. Revire doğru yürümeye başladım.

Bahçeden geçip revirin binasına geldim ve içeri girdim. Csilla’nın odasına sessizce girip, yatağın yanındaki koltuğa oturdum. Elimde bir kalem ve kağıt resmini yapmaya başladım. Odaya giren güneş ışığının huzmelerinin yere çarpışını, yatağın yaylarının sıkıştığını, dün gece çıkardığı ama muhtemelen o uyurken geri taktıkları kalp atışını ölçen cihazın kablolarını, gördüğüm her şeyi kağıda döktüm.

Ders bitiminden sonra spor salonuna uğradım. Kitaplarda yazan şeylerin pratiğe dökülmüş halini görmek istiyordum. Salonda iki takım eşleşmiş, basket maçı yapıyordu.

Ayakkabılarının parke zeminde çıkarttığı gıcırtılar yankılanıyordu. Tribünlerde ise birkaç kız maçı izlerken sohbet ediyor, muhtemelen hangi çocuğun daha yakışıklı olduğunu konuşuyorlardı.

Ön sıralardan birine oturdum.
Yeşil fosforlu formayı giyen takım çok sert defans yapıyordu. Üniversitenin basketbol takımında olduğunu tahmin ettiğim üç kişi ise ne kadar sert defans olursa olsun faul almayı başarıyorlardı. Bu da karşı takımın sinirini daha çok bozuyordu.

Kirli sakallı, üç numara saçlı biri üçlük atmayı denedi, top çembere çok sert çarptı ve benim oturduğum yere geldi. Topu aldığımda herkes bana bakıyordu ve ne yapacağımı şaşırmıştım, göz bebeklerim büyümüştü.
Potaya atacak gibi kaldırdım. Sahadaki tüm çocuklar gülmeye başladı.

‘’ Oradan atarsa oynamayı bırakıyorum’’
‘’ Yirmi lirasına bahse varım atamaz’’ dedi diğeri. Arkalarından başka bir çocuk yanındakine;
‘’ Atarsa akşama biralar benden’’ dedi.

Aslında çok uzak sayılmazdım. Çember ile aramda on sekiz metre kırk iki santim vardı. Gözlerimi kapatıp salonun üst camından esen rüzgarı, topun ağırlığını, yer çekimini ve fırlatmam gereken açıyı… Çok fazla değişken vardı.

Saniyenin altıda biri kadar bir sürede hepsini hesaplayıp, attım.

Basket olmuştu.

Salonda bir anda vaay diye bir ses yükseldi. Birkaç kişi alkışladı ki, bu beni mutlu etmişti. Tribündeki kızlar aralarında benim hakkımda konuşmaya başlamıştı.
‘’ Oha! Nasıl attığını gördün mü? ‘’
Az önceki atışı kaçıran çocuğun yanından biri geldi. Çok iyi bir atış olduğunu ve sahaya gelmem gerektiğini söyledi. Birkaç atış daha yapmamı istedi. Diğerlerinin de yüzlerinden biraz daha gösteri istedikleri belli oluyordu.

‘’ Daha önce hiç oynamadım’’ dedim.
‘’Ciddi olamazsın? Ben böyle bir şutu ilk defa görüyorum. Gel hadi’’ dedi. Elini omzuma vurdu ve sahanın içine gitti. Ardından ben de gittim.
Topu bana verdiler ve sahanın tam ortasındaki yuvarlağın içine geçtim. Okuduğum bilgilere göre tam on dört metre uzunluğundaydı.

Attım, basket oldu.
Sonra tekrar attım, tekrar ve tekrar.

Her atışımda etrafımdakiler vayy, vaov gibi sesler çıkartıp birkaç defa alkışlıyorlardı ve her atışımda yarım adım geriye çekiliyordum. İçlerinden bazılarının gergin olduğunu hissedebiliyordum. Sanırım onlardan iyi olduğumu kabul etmek istemiyorlardı, ki ben her şeyde onlardan iyiydim.
Kalp atışları diğerine göre hızlı olan, yani bana top gelmeden önceki atışı kaçıran, üç numara saçlı, kirli sakallı çocuğa döndüm.
‘’ Yarışa var mısın? ‘’ dedim.
Bunu sanki bir savaş teklifi gibi gördüğünü, kaşlarının çatıldığını ve dudaklarını sıktığını fark ettim. Sinirliydi. Bir an için etrafındakilere baktı, derin bir nefes aldı ve;
‘’ Kaybeden herkese yemek ısmarlar.’’
Elini beline koydu. Sahada kaç kişi olduğunu saymak için tarar gibi başımı çevirdim;
‘’ On dört kişi’’ dedim. Tribündeki üç kızı da saymıştım. Tamam deyip üçlük çizgisine geldi.

İlk atışını yaptı. Basket.
Sıradaki atış benimdi, artık alışmıştım, basket.

Sonra tekrar o ve tekrar ben.
Bir süre eşit gidiyorduk ama yedinci atıştan sonra kaçırdı.
Eğer ben atarsam, herkese yemek almak zorundaydı. Sesleri görmezden geldim, kendi aralarında konuşan oyuncuları, camdan gelen araba kornası sesini, çocuklardan birinin bizi izlerken top sekme sesini, konsantrasyonumu topladım ve attım.
Basket.

‘’ Bence çok yakışıklı’’
‘’ Saçmalama sadece Murat’ı yendi diye beğeniyorsun’’
‘’Hayır ciddiyim, saçları çok bakımlı ve vücudu da fit. Dişleri bembeyaz, iddaaya girerim diş ipi kullanıyordur’’
‘’ Tamam Merve tamam. Şimdi de bu çocuğun peşine mi düşeceksin?’’
‘’ Bilmiyorum’’ pizzasından bir ısırık daha aldı.

Fısıldaşarak konuşuyorlardı, masadaki herkesi duyduğum gibi onları da duyabiliyordum. Dikkatimi sadece bu alana vermiştim, yan masayı yok sayıyor, oradan gelen sesleri bloke ediyordum. Yeni arkadaşlar edinmek hoşuma gitmişti. Özellikle basketbol takımının tamamı. Hepsi iyi çocuklara benziyordu, biri hariç. Murat. Onunla oynamadan önce de, oynarken de sinirliydi ve şimdi hiç konuşmuyor, masanın diğer ucunda sinirli bir şekilde önündeki pizza dilimine bakıyordu. Bir an düşündüğü şeyleri bilmek istedim.

Beyin milyonlarca nöron hücresinin birbirine binlerce bağlandığı sistem, ayrıca tüm vücudu yöneten değerlendiren ve denetleyen bir organdı. Profesörün dediğine göre, ki ben daha biyoloji kitaplarını okumamıştım, beynimi verimli kullanmayı öğrenirsem dün sabah olduğu gibi elektriği ve maddenin içindeki tüm iyonların yüklerini kontrol edebilirdim. Suyu kristalleştirebilir, lambaların parlaklığını arttırabilir, nesneleri oynatabilirdim. Ama şu anda konu bu değildi, hesabı ödeyip diğerlerinin gitmesini bekleyen ve beni pizzacının arkasına çağıran Murat’tı.

‘’ Ne sanıyorsun lan sen kendini? İki basket attın diye eski sevgilimi, takım arkadaşlarımı çalabileceğini mi sandın? ‘’
‘’ Ben kimseyi çalmaya çalışmıyorum’’ Korkuyordum, kalplerim yerinden çıkacak gibi atıyor, başım zonkluyordu.
‘’İlgi odağı mı olmak istiyorsun?’’ dedi ve sesi çok sinirliydi.
‘’ Bir şey istemiyorum.’’ Duvara sırtımı yaslayıp sinmiştim.
‘’ Çocuk kandırma. Bakalım kavgada da o kadar iyi misin! ‘’

Yüzüme doğru gelen bir yumruk gördüm.
Heyecanlı kalp atışlarım, gergin kaslar.
Yoldan geçen arabaların motor sesi kesilmişti.
Nefesimi hissedebiliyor ve karnıma başka bir yumruk yiyordum. Daha fazla nefessizlik.
Sonra saçlarımın arasında hissettiğim parmakları ve hızla burnuma yaklaşan kaslı bir kafatası gördüm.
Kırılmanın verdiği acı.
Hiçbir şey yapamıyor olmanın verdiği korkmuşluk, karnımda hissettiğim bir diz darbesi ve yere kapaklanışım.
Göğüs kafesime sert bir tekme yedim ve iki kaburgam kırıldı.
Burnumdan akan kanın genzime kaçışı, demirli ve tuzlu tadı ve ardından çınlayan bir sessizlik…

BEŞİNCİ BÖLÜM

Gecenin karanlığı çökmüş, profesör masasının başında bir şeyler yazıyor, Alper ise uyukluyordu. Bu kadar gelişmiş bir beyin yaratarak hata yapıp yapmadığını düşündüğünde, elini çenesine götürüyor ve bir günlük sakalını kaşıyordu. Her şey olabilirdi.
Elektriği kontrol etmeyi öğrenmesi demek, maddelerin tamamını kontrol edebilmesi demek olabilirdi. Ama nasıl? Sinirlendiği zaman çevresindeki arabaların patlamasına sebep olursa profesör bunun sorumluluğunu kabul edip edemeyeceğinden emin değildi. Telefonun çalmasıyla Alper’in uyanması bir oldu.
“İyi haberlerim var.” Arayan Laleydi.
“Dinliyorum.” dedi profesör.
“On sekiz yıl ürettiğimiz suyun içinde kaldığı için onu kontrol etmeyi öğrenmiş. Gece projeksiyondan öğrenimini yaparken arkasındaki bardak hareket ediyordu. Kameradan kontrol ettim.”
“Deprem olamaz mı?”
“Sadece bardağı içeren bir deprem mi? Ayrıca koltuğun bir ucundan diğerine dökülmeden hareket ediyordu.”
“Nasıl olduğu hakkında bir tahminin var mı?”
“Aslına bakarsan var. Bardağı inceledim; sol tarafındaki suyun tamamının yükü negatif, sağ tarafındakinin de pozitif çıktı. Yani manyetik alan yaratıp mıknatıs gibi oynatmayı başarmış.”
“Bu da demek oluyor ki-”
“Bu da demek oluyor ki içinde su bulunduran her şeyi kontrol edebilir. İnsan vücudu da buna dahil.” dedi Lale. Profesörün şaşkınlığını anlayan Alper ne olduğunu sorar gibi gözünü kırpıp başını sağa sola salladı. Telefonu kapayıp olanları anlatan profesör, bir şeyler yazmaya koyuldu. Daha hızlı yazıyordu.
Alper saate baktı, gecenin 2:24'ü. Eve gidip dinlenmeyi teklif etti ve profesörle beraber montlarını giyip ofisten çıktılar. Ev ile okulun uzaklığı bir saate yakındı, şehirden uzak bir yerde yaşamayı ve araştırmalarını sürdürmeyi tercih eden bir adam için ideal bir mesafe. Hem laboratuara yakın hem sakin. Geceleri yol bomboş olsa bile kırmızı ışıkta duran Alper, bunu ülkesine saygı olarak görüyordu. Ama profesör bunda eşinin ve çocuğunun trafik kazasında ölmesinin bir payı olduğundan emindi. Ağaçların başladığı yola girdiler ve son on beş dakikalık ormanın karanlık büyüsü ve korkunç sesleri arasında, kısık radyo sesi ile bir kelime bile etmeden devam ettiler.
“Geldiğinize sevindim.” dedi Lale kapıyı açtıktan sonra. Profesörü ve Alper’i yalnız görünce;
“Çocuk nerede?”
“Nasıl nerede, eve gelmedi mi?”
“Hayır, iki gündür buradayım kimse gelmedi.”
“Dün üniversitede beraberdik, kütüphanede kaldı ama bugün sosyalleşmesi için arkadaş bulmaya gönderdim.” dedi profesör.
“Telefon!” dedi Alper yüksek sesle. Sanki "eureka!" der gibiydi.
Profesör numarayı çevirdi, açan yoktu. Okulu aradı. Güvenlik görevlisinin numarasını alıp onu aradı ve görmediğini söyleyince tüm okulu, kütüphaneden başlayarak, aramasını söyledi ve üçü birden arabaya atlayıp hızla üniversite yoluna koyuldu.
Alper hiç gitmediği kadar hızlı gidiyordu ama yine de aşırı dikkatliydi. Profesör hiçbir zaman öne oturmazdı ve Lale ön koltukta oturmuş, kemerine sarılmıştı. Korktuğu her türlü belli oluyordu. Profesör ise gerginliğini sakallarını hışırdatarak belli ediyordu ve gözünü yoldan ayırmıyordu.
Binaya girdiler, güvenlik görevlisine telefon açıp buluştular. Kamera kayıtlarını incelemeye başladılar. Dün gece kütüphaneden çıkıp revire gidişini, oradan bir kız ile çıkıp kantine gidişini, sonra kızı derse bırakırken öpüşünü gördüler. Lale ve Alper şaşkın şaşkın birbirlerine baktı. Sonrasında Mete tuvalete gitmiş ve ardından spor salonuna gitmişti. Salonun kameraları ayrı bir sabit diske kaydediliyordu ve güvenlik görevlisi bir dakika uğraşarak onları da açtı.
Yaptığı atışları ve en sonunda herkesle beraber salondan çıkışını izlediler hızlıca. Tekrar diğer kayıtlara döndükten sonra okulun otoparkındaki arabaya binip gittiğini gördü ve trafik şubede tanıdık bir arkadaşını arayan Alper’in arabanın kime ait olduğunu öğrenmesi on dakikadan kısa sürdü. Profesörün öğrencilerinden Murat.

“Gecenin bir yarısı kim bu kapıyı ısrarla çalan!”
“Biraz daha beklese zaten sabah olacak.” sesinde bir bitkinlik vardı. “Kim o?”
“Ben Murat’ın okulundan Profesör Celal. Açın lütfen.” yaşlı adam kapıyı araladı;
“Buyrun?’’
“Murat evde mi?”
“Evet odasında.” Alper sözün bitmesini beklemeden içeri girdi ve birinci odayı denedi, sonra ikinciyi ve buldu. Işığı açıp kameralardaki çocuğun yattığını gördü. Yorganı tutup bir çırpıda üzerinden çekti ve yere attı. Murat şaşkın ve sinirli, uykulu bakışlarla kalkmaya çalıştı. Gözlerini ovalarken;
“Nerede ulan!” dedi Alper. Boynuna yapışmış ve onu yatırmıştı tekrar.
“Ne, ne nerede abi?” korkaklık, tedirginlik ve pişmanlık akan ses tonu ile.
“Mete ulan Mete! Nerede dedim!” Diğerleri odaya gelmişti.
“Bilmiyorum abi valla bilmiyorum…”
“Senin arabanla çıktınız nasıl bilmiyorsun?” dedi Lale sakin ama iğneleyici bir ses tonu ile.
“Biz pizzacıya gittik, sonra herkes evlere dağıldı.” dedi Murat.
“Bir yalan daha söylersen bende senin yüzünü dağıtacağım” dedi Alper ve profesör onun omuzlarından tutup yavaşça çekti. Sakin ol der gibi vurdu.
“Gerçekten bilmiyorum. Ana caddedeki pizzacı. Gidip bakabilirsiniz.”
“Bey efendi izin verdi!” dedi Alper. Odadan çıkıp arabaya doğru gitti. Lale gecelerini mahvettikleri için özür diledi ve profesörü de çekiştirerek evden çıktılar.
“Yalan söylediğinden eminim” dedi profesör. “Yıllarca mikro ifadelerin araştırmalarını okudum.”
Alper arabayı pizzacının önüne çekti, kapalıydı. Pencereden içeride bir şey görmek umuduyla elini alnı ile pencerenin arasına koyup bir süre baktı ama hiçbir şey yoktu. Telefonu alıp bir kez daha aradı.
Çalıyordu.
Çok yakından çalıyordu.
Alper sesin geldiği yere, pizzacının arkasına doğru gitti. Telefonu ve çantasını yerde buldu ama Mete yoktu.

5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri kanununa göre tüm hakları bana aittir.

Coin Marketplace

STEEM 0.15
TRX 0.12
JST 0.026
BTC 56855.76
ETH 2540.09
USDT 1.00
SBD 2.24