7 - Bir Anlığına Uzun Bir Hikaye (Bölüm 7)

in #edebiyat5 years ago

IMG_20180602_171533_178.jpg

Ali’nin dublajlı sesiyle irkilerek uyanmıştım.

Onu göremiyordum. Ama sanki yanı başımdaydı ve kulaklarıma fısıldıyordu. Onun sesini duyar duymaz kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Sanırım panik atak geçiriyordum.

Bana bu hastaneden kaçmam gerektiğini, tehlikede olduğumu fısıldayarak söylemişti.

Ali, bana neden kaçmam gerektiğini söylemişti? Ne gibi bir tehlikenin içindeydim? Ve o, bu dünyada değilken bile tüm bunları nasıl başarıyordu?

Ben derin düşünceler dalmış, aklıma gelen bin bir türlü sorunun cevabını düşünürken, hemşirem ve doktorum buz kestiren soğuk tavırlarla odama girdi.

Hemşire, dileklerimi yerine getiren hemşirem değildi. Onun yerine, aynı yüz hatlarına, aynı vücut yapısına sahip, alımlı ve bir kadını kıskandıracak derecede çekici biri vardı karşımda. Bu çekici hemşire, dileklerimi yerine getiren hemşirenin bire bir kopyası gibiydi. Klonlama yaygınlaşmış olsa, hemşiremi klonlamışlar gibisinden çığlık atardım.

Bu hemşire, benim hemşirem olamazdı. Bu kadar çatamazdı kaşlarını. Yüreği el vermezdi kaşlarının çatmasına. Böylesi delici bakışlar da ona ait olamazdı. Bir başkasından ödünç alınmış gibi duruyordu.

Doktorum, bildiğim doktorumdu. Görev adamıydı. Vicdanı ile meslekî davranışlarını birbirine karıştırmazdı. Çünkü ona göre bu, etik olmazdı. Etik olmamalıydı.

Şimdi bu iki sağlık insanı, uyumları mükemmel bir çifte dönüşmüşlerdi. O kadar ki daha içeri girer girmez panik atağım son bulmuştu.

İlk kim konuşacak diye beklemeden “Kötü bir şey m var?” diyerek birazdan başıma gelecekleri bilemeden konuşmayı başlattım.

Doktorum elindeki mektupları gösterdiğinde başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Benim mektuplarımın onların elinde ne işi vardı? Bu ne küstahlıktı? Bu ne cesaretti? Onlara nesiydi yazdığım mektuplardan?

Vicdansız doktorum, Ali’ye neden mektup yazdığımı sormuştu. Bu yedi takıntısı da neyin nesiydi? Ali’nin artık bizimle olmadığını anlayamamış mıydım? Nasıl oluyor da dinlenmek yerine, araştırma yapıp, aramızda olmayan biriyle bunu paylaşıyordum?

Bunun beni psikolojik olarak etkileyeceğini ve devam edersem bir saplantı halini alabileceğini söylüyordu. Ali’yi unutmam gerektiği konusunda da tembihliyordu beni.

Gözlerimden yaşlar akarken her ikisine de avazım çıktığı kadar bağırdım. Ellerim titriyordu. Ellerimin titremesine engel olamıyordum. Gözyaşlarıma da engel olamıyordum. Ve doktor ile hemşireye okuduğum lanetlere de…

Bir an için durdum. Gözyaşlarımı, titremesine engel olamadığım ellerimle sildim. Derin bir nefes aldım.

“Ali yaşıyor. Onun sesini duyabiliyorum. Kulaklarıma fısıldıyor. Sizin aksinize o, onu unutmaman için elinden geleni yapıyor.”

Başından kaynar sular dökülme sırası onlardaydı. Şoka uğramışlardı. Nobel Ödülü’nü kazandıracak bir bilgiyi edinmiş gibi bana bakıyorlardı. Sanırım söylediklerimi filtreden geçirdikten sonra birbirlerine benim anlamadığım, kısa ve anlamlı bir şekilde baktılar.

Sonra aniden ikisi birden üzerime atladı. Sol kolumdan güvendiğim dağlarıma karlar yağdıran hemşire, sağ kolumdan ise tahlil hastası vicdansız doktor tutuyordu.

Sonrasında iki kolumu birden tek koluyla kavradı doktor. Diğer eliyle de başımı tutuyordu. Ben bu haldeyken, korkumun gözyaşlarına karışmış bir şekilde esir alınmışken, kulağıma sakin olmamı ve her şeyin düzeleceğini fısıldıyordu.

Hemşire, kaşla göz arasında içinde ne olduğunu bilmediğim bir karışım hazırlamıştı. Karışımı sol koluma enjekte ederken, hemşireyle göz göze geldik.

Gözleri dolmuştu. Pınarlar boşaldı, boşalacaktı. Onun gözlerine bakarken Ali’min söyledikleri aklıma geldi.

Nereden biliyordu bunların başıma geleceğini? Tehlikede olduğumu nasıl sezmişti? Neden burada, yanımda, değildi? Tam da ona ihtiyacım olduğu sırada neredeydi?

Gözkapaklarım ağırlaşıyordu. Gözlerim kapanırken, hemşirenin pınarları boşalmıştı.

Ali ile el ele tutuşmuş bir halde, yeşil çamlarla kaplı bir dağ eteğinde bulunan geniş bir ovada koşuyorduk. Ufukta bir göl vardı. Gölün kıyısında ahşaptan yapılma şirin bir ev görünüyordu.

O kadar hızlı koşuyorduk ki yorulmuştum. Bu uzun adam beni kucağına aldı ve bu halde koşmaya devam etti.

Onun kucağındayken mavi gözlerine daldım. O koşmaya devam ederken, ben onun kıvırcık saçları ve küpesiyle oynuyordum. O da bu durumdan hoşnut görünüyordu.

Göl kıyısındaki eve vardığımızda nefes nefese kalmıştı. Dinlenmek için, daha doğrusu Ali’nin dinlenmesi için, evin göl manzaralı bahçesinde oturuverdik.

“Biliyor musun Ezgi?” diye sorduğunda onun sesini ne kadar özlediğimi anladım. Henüz ben cevap vermemişken o devam etti.

“Hıristiyanlıkta Tanrı, yaratılışın altı ışının merkezindeki yedinci ışınla temsil edilir. Yedi ayin, ruhun yedi armağanı, teolojik ve temel erdemlerin yedi tanesi(3+4 olmak üzere) vardır.

Ölümcül günah, Araf’taki yedi sıra dağ, büyük peygamberler, Varlığın Melekleri, İsa’nın kovduğu kötülükler, Meryem’in sevinçleri ve ıstırapları, Hıristiyan âleminin uğrunda mücadele verdikleri, erken dönem kilise konseyleri ile ilişkilendirilir.

Yeni Ahit’te yetmiş kere yediye kadar bağışlanmaktan söz edilir(Matta 18:22).

Yeni mükemmellik sayısı olan yedi, Tanrı’nın dinlenme günüdür ve aynı zamanda da zamanın geçişine işaret eder. Çünkü İsa’nın sekizinci günde dirilişiyle sonsuzluk başlamıştır.”

“Anladım.” dediğimde gözlerini üzerime dikmiş, gerçekten anladığıma emin olmak istiyordu.

“Peki. İslamiyet’te de yedi sayısının bir önemi var mıydı? Yani tek tanrılı dinlerden söz etmişken İslam’ı es geçemeyiz, öyle değil mi?”

“Evet, haklısın!” dedi ve devam etti.

“İslam’da ilk mükemmel sayıdır yedi. Kuran’ın ilk suresi Fatiha yedi ayettir. Kâinat yedi günde yaratılmıştır. İslam dininde yedi mertebe vardır.

Kâbe’nin etrafı yedi kez tavaf edilir. Müslümanlar Hac sırasında Safa ile Merve arasında yedi kez gidip gelirler.

Müslümanlar yine Hac sırasında şeytan taşlamada yedişer taş atarlar. Mina’da bayram günleri üç gün şeytan taşlanır.

Bayramın birinci günü Mina’da, Cemre-i Akabe(Büyük Şeytan) denilen yerde iki buçuk metreden veya daha fazla uzaktan Büyük Şeytan’ın yerini gösteren duvarın dibine nohut kadar yedi taş atılır.

Bayramın ikinci günü, öğle namazından sonra üç ayrı yerde, önce küçük şeytana sonra orta şeytana ve sonra da büyük şeytana yedişer taş atılır ve toplamda yirmi bir taş eder.

Bayramın üçüncü günü de böyle yedişer taş atılır ki hepsi kırk dokuz taş eder.

Kuran’da yedi gök tabiri, (Bakara Suresi 29), (17. İsra Suresi 44), (23. Muminun Suresi 86), (41. Fussilet Suresi 12), (65. Talak Suresi 12), (67. Mülk Suresi 3) ve (71. Nuh Suresi 15) gibi surelerin ayetlerinde toplamda yedi kez geçmektedir.

Mevlevilikte yedi bilgelik rakamıdır. Mevlevilerde yedi selam vardır. Hz. Mevlana’nın yedi öğüdü vardır.

İslam, yedi sembolünün önemini pek çok yerde vurgulamıştır. Kuran’a göre Allah, cenneti ve dünyayı yedi katlı yaratmıştır. Ayrıca cehennemin, her birinin tek tek açılması gereken yedi kapısı vardır.

İslam’ın ezoterik yorumlarında ilahi isimlerin taayyünlerinin sureti olarak açıklanan, aşk ile kendinden geçmiş yedi melek vardır.

Müslümanların Allah’a ibadet biçimlerinden biri olan namazdaki bir rekât yedi bölümden oluşur. Ayrıca namazda secde halindeyken, iki ayakucu, iki diz, iki avuç içi ve alın olmak üzere yedi uzuv yerle temas halindedir.

Gördüğün gibi Ezgi, Kuran-ı Kerim’de yedi rakamına dikkat çekilmiştir. Ancak bunları sana anlatmamdaki amacım bir takım anlamlar çıkarman için değil, daha çok Kuran-ı Kerim’in sistematiği üzerine düşünmeni sağlamamdır.”

Ali, tüm bunları anlatırken elimi hiç bırakmamıştı. Elleri yumuşacıktı ve oldukça büyüktü. Bir eliyle, iki elimi de tamamen kavrayabilirdi.

Sonra birden ayağa kalktı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Beti benzi atmıştı. Doruk bir ifadeyle “Şimdi gitmem gerekiyor. Unutma, yedi artık seninle!” dedi.

Pamuktan yumuşak elleri ayrıldı ellerimden. Ali, geldiğimiz yöne doğru koşarak uzaklaştı. Büyük bir korkuyla arkamı döndüm.

Hemşire ve doktor koşar adımlarla bana doğru geliyorlardı. Çığlık atmaya başlamıştım. Ali’nin peşinden koşmaya başladım. Ayağım başıboş bir taşa takıldı ve yere kapaklandım.

Uyandığımda kollarım ve bacaklarım yatağıma bağlanmıştı. Sadece başımı ve boynumu oynatabiliyordum. El ve ayak bileklerimi sıkı sıkıya kavramış ve beni yatağıma tam anlamıyla sabitlemiş plastik kelepçelerden kurtulamıyordum. Çaresizdim.

Hemşire içeri girdiğinde, ona öyle bir nefretle bakmıştım ki benimle göz teması kurmuyordu. Bunun nedeni belki de pınarların boşalmasıydı.

Hemşirenin ardından gelen iki hasta bakıcı da odamı iyice çekilmez hale getirmişti.

Bu iki hasta bakıcı, kelepçelerden kurtulmamı sağladı. İri yapılı ve kel olanı sağ koluma, uzun boylu ancak oldukça zayıf olanı da sol koluma girdi. Anladığım kadarıyla bir yerlere gitmek üzereydik.

Bundan sonra kimseye güvenemeyeceğim konusunda bana iyi bir deneyim kazandıran hemşire, cilveli cilveli yürürken üçümüzün gözü onun kalçalarındaydı.

Hasta bakıcılar pis pis sırıtıyorlardı. Elimde olsa, her ikisini de yere yatırıp dövmek isterdim. Gerçi onların yaptıklarına karşı benim yaptığım da pek doğru sayılmazdı.

Uzunca bir koridordan geçip asansöre bindik. Hastane asansörleri oldukça büyük olurdu. Ancak bu asansör standartların altında kalıyor diyebilirdim. Zemin kata indik ve asansörün kapıları katlanarak açıldı.

Bu kat olması gerekenden daha kalabalık görünüyordu. Herkes bir yerlere koşuşturuyordu. Oturanların dikkatlerini çekmiş olmalıyım ki meraklı bakışları, ben oradan uzaklaşana kadar kesintisiz bir biçimde üzerimdeydi. Bu rahatsızlık verici ve ürkütücü bir şeydi.

Psikiyatri polikliniğine geldiğimizde asistan olduğunu varsaydığım gözlüklü, ince yapılı, beyaz tenli, kızıl saçlı genç bir kadın bizi karşıladı. Hasta bakıcıların bakışları asistanın üzerine yoğunlaşmıştı.

Hemşire bizden ayrıldığında huzursuz hissetmeye başlamıştım. Etrafımda tanıdığım kimse kalmamıştı.

Biz dört yabancı uzunca bir koridoru geçtik ve bekleme salonunu solumuza alıp, birkaç koridoru da sağlı sollu kat ettikten sonra kapı isimliğinde Uzm. Dr. Erdem Öz yazan odaya vardık.

Asistan, doktorun birkaç dakika gecikeceğini ve istersem içerde bekleyebileceğimi söyledi.

Ben de yabancılarla dışarıda beklemektense içerde yalnız kalabilmeyi yeğlediğimden bu isteği onayladım ve içeri girdim. Ve sizi karşımda görünce şaşırmıştım doğrusu.

İşte doktor, tüm hikâyem anlattıklarımdan ibaret.

“Peki.” dedi kendinden emin bir tavırla Dr. Erdem.

“Size birazdan söyleyeceklerim gerçekçi gelmeyebilir. Ama mantıklı düşünürseniz ve beni gerçekten dinlerseniz tüm bu takıntılarınıza, sorunlarınıza bir çözüm yolu bulabiliriz.”

“Evet, dinliyorum.”

“Hayatımızda hiç var olmamış bazı olayları, kişileri gerçekten var olmuş gibi, hayatımızın bir parçasıymış gibi, algılayabiliriz. Bu durum o kadar gerçeğe yakındır ki ‘gerçek gerçeklik’ten ayırt etmemiz neredeyse imkânsız hale gelebilir. Bu bir hastalık halidir ve adı şizofrenidir.

Aslında gördüğün bazı kişiler, yaşadığın bazı olaylar ve duyduğun bazı sesler bu hastalığın bir sonucuydu. Yani bu hastalığın beynine oynadığı oyununun bir parçasıydı. Beynin bu kişileri ve olayları kabullenip, gerçekten ayırt etmeni engelliyordu.”

“Mesela az önceki asistanın bir hayal ürünü olduğundan mı bahsediyorsunuz?” demiştim alay eder gibi ve gerçekçi olmayan bir sırıtmayla.

“Hayır, benim bahsettiğim Ali’ydi. Burada düşünmemiz gereken Ali’nin gerçekten var olup olm…”

“Hayır!” sözünü kesmiştim oldukça yüksek bir sesle.

“Sen ne dediğinin farkında mısın doktor? Onun ellerinden tuttum. Herhangi birine yakınlaşamayacağım kadar yakınlaştım. Onun sesi halen kulaklarımda. Ali, en az senin kadar gerçekti be doktor!”

Kapı açıldığında ikimiz de tartışmamızı yarıda kesip, bakışlarımızı kapıya yöneltmiştik.

Yaklaşık 1.70 boylarında, sarışın ve keskin vücut hatlarına sahip orta yaşlı bir adam yüzündeki gülümsemeyle içeri girdi.

“Üzgünüm, geciktim.” dediğinde gözlerim yaka kartına kaydı. Kartta Erdem Öz yazıyordu.

SON

Coin Marketplace

STEEM 0.35
TRX 0.12
JST 0.040
BTC 70557.88
ETH 3560.83
USDT 1.00
SBD 4.75