“Süresiz Dönüşümsüz Açlık Grevleri”ne İlişkin İmza Kampanyasının Dayandığı Mantığı Anlamak

in #tr5 years ago

Unbenannt.JPG“Süresiz Dönüşümsüz Açlık Grevleri”ne İlişkin İmza Kampanyasının Dayandığı Mantığı Anlamak
Bu imza kampanyasına yorum yazan kimi arkadaşlar, “Bu kampanya niye açlık grevindekilere yöneliyor. Niye bunu devletten talep etmiyor?” diye soruyorlar ve bu kampanyayı sanki açlık grevindekilere karşı bir girişimmiş gibi, onu kırmaya yönelik bir “grev kırıcılığı” gibi görmeye ve göstermeye çalışıyorlar.
Elbette bir talebin karşı tarafa yönelmesi gerektiğini bilmiyor değiliz.
Keza bizzat grevcilere de yönelen bir çağrının bir “grev kırıcılık” gibi görüleceğini ve hatta daha ağır sıfatlarla tanımlanacağını da bilmiyor değiliz.
Peki bütün bunlara rağmen ve bunca politik mücadelede bulunan bir insan olarak, neden bütün bunları göze alarak böyle bir kampanya başlatmaya çalışıyoruz?
O nedenle “vur fakat dinle!”

Önce tam da bu kampanyaya itiraz edenlerin istediği şekilde devleti muhatap alan, ondan grevcilerin taleplerini kabul etmesini isteyen bir kampanya açtığımızı var sayarak başlayalım.
Hatta var saymaya da gerek yok. Böyle bir bildiri de yayınlandı. Neredeyse tam da bu kampanyanın başladığı gün, birçok derneğin imzasının bulunduğu bir bildiri yayınlandı. (Bu bildiriyi aşağıya olduğu gibi aktardık. Oradan okunabilir. )
Hatta bu bildiri biraz bizim açtığımız kampanyanın bir alternatifi ve eleştirisi gibi de (Örneğin bazı mail gruplarında hiç yorumsuz olarak bizim bildirimize bir cevap ve eleştiri gibi) yayınlandı. Biz de buna karşı itirazımızı o mail grubunda ifade ettik. (Bu cevabımızı da yine yazının sonuna not olarak ekliyoruz .)
Bu bildiri, aynen istendiği gibi hükümete yöneliyor ve ondan hukuka uymasını (örneğin: “Yasaların eşit uygulanmasını sağlamak ve cezaevlerinde tutulmakta olan mahpusların yaşam hakkını korumak devletin görevidir”) vicdanına da hitap ederek (örneğin: “başlatılan açlık grevlerinin ölümlerle sonuçlanması vicdan sahibi herkes için bir acı kaynağıdır” diyerek) talep ediyor.
Sorunu tamamen hukuki düzeyde (vicdanlara hitap ederek etkiyi arttırmak için biraz da acındırmaya çalışarak) ve muhatabı hukuka uymaya davet eden bir bildiridir bu.
Bu bildiri bizim girişimimizin alternatifi değildir. Tamamen farklı paradigmaların ürünüdür bu bildiri ve bizim bildirimiz. Bizimkisi politik diğeri hukuki gerekçelere dayanmaktadır.
Ama bunları birbirinin alternatifi olarak koymak, sorunun politik olarak ele alınıp konumlanmayı yanlış bulmak ve sorunun hukuki olduğunu ve böyle ele alınması gerektiğini savunmak anlamına gelir. Bu yanlıştır. O zaman sorunun adını koyarak bunu tartışmak ve ona göre davranmak gerekir. (Bu konuyu kısmen son not olarak koyduğumuz metinde ele alıyoruz. Burada pek girmeyeceğiz.)
Bir örnek verelim. Hukuki gerekçelerle bir itiraz, devletle ona itiraz eden yurttaşları karşı cepheler olarak değil, aynı bütünün parçaları olarak görür. Bu zaten bütün bildiriye sinmiştir. Örneğin “açlık grevlerinin ölümlerle sonuçlanması vicdan sahibi herkes için bir acı kaynağıdır” cümlesindeki herkes, devlet ve hükümeti de kapsamakta ve onun da bir vicdanı olduğunu var saymaktadır. Veya “toplum olarak altından kalkamayacağımız bir insani kriz aşamasına varmıştır” ifadesi “toplum” gibi, kullanıldığı bağlamda ne olduğu belirsiz bir kavram aracılığıyla devleti de içermekte ve zımnen devlet için de insani bir kriz olacağını söylemiş olmaktadır.)
Bizim girişimimiz ise gerekçesini hukuktan değil, politik mücadelenin gerçeklerinden almaktadır ve kampanyamız aslında politiktir.
Önce şu sorunu doğru tespit etmek gerekir. Öcalan’ın tecridi hukuki değil, politik bir karardır. Keza bu tecride karşı başlatılan açlık grevi de kendini hukuki olarak değil, politik olarak gerekçelendirmektedir. Hukuk sadece bu politik gerekçeleri güçlendirmenin, haklılığa vurgu yapmanın bir aracıdır.
Tam da politik olduğu için hukukun çiğnenmesi devlet ve hükümet tarafından göze alınmaktadır. Yani devlet ya da hükümet, hukuku çiğnemenin getirisinin götürdüğünden fazla olduğunu düşünmektedir.
Açlık grevindekiler de aynı şekilde kendi canlarını ortaya koymanın, bu işin şakası olmadığının gösterilmesinin zaferi getireceği, kaybın buna değeceği gibi bir kabulden hareket etmektedirler.
Bizler ise bir demokrasi mücadelesi vereye çalışıyoruz, bu mücadele sonucunda Kürtlerin üzerindeki baskının da kalkabileceğini ve böyle bir stratejinin daha doğru olabileceğini savunuyoruz.
Bu kararları veren ve savaşan cephelerin içinde değiliz ve kararların verilmesine katılamıyoruz, onları etkileyemiyoruz. Ama onların mücadelesinin sonuçları bizleri derinden etkiliyor ve etkileyecek.
Biz pratik olarak bu kararları veren ve mücadele eden cephelerin dışındayız ama daha geniş anlamda politik ve sosyolojik olarak Grevciler ile aynı cephedeyiz. Kalbimiz ve tarafımız onların yanında. Grevciler bize danışmamış olsa da, kendi başlarına gidiyor olsalar da, bu mücadele ve sonuçları bizlerin mücadelesini ve sonuçlarını da etkileyeceğinden elbette bu mücadelenin asgari bir kayıp ve azami bir kazançla bitmesi bizim de çıkarımızadır.
O halde soru şudur. Bizim bulunduğumuz politik cephede bir taraf kendi kararışla şu veya bu manevrayı yaparken, biz ne yapmalıyız ki, bu savaşta hem biz hem de bize danışmadan, emri vaki karşısında bırakarak davranan müttefikimizin ve bizim azami kazanç elde etmesini sağlayalım.
Ve müttefik olarak gördüğümüz güç başarıyı kendi gücü ve davranışıyla yakalayacağını düşünmekte, bizleri bir yedek güç olarak görmektedir. Zaten hedefini belirlerken de, o hedefle, yani Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, muhalif ve demokratik güçlerin geniş kesimlerinin bu hedef için harekete geçmek bir yana, bundan uzat duracağını da bilmektedirler.
politik düşünen insanlar sorunu böyle politik güçlerin bir mücadelesi olarak alır, bunu olabildiğince gerçekçi olarak tanımlamaya çalışır ve ona göre kendi mücadelesini ve taktiklerini belirler.

Böyle ele alınca örneğin o onlarca imzalı bildiri boş düşer. Çünkü o bildiri, Devleti hukuka uymaya davet ederek aslında hukuka uysan senin için daha iyi olur demiş olmaktadır. Yani devlete akıl vermektedir. Yani aslında Açlık grevi yapanlara, demokratlara ve özgürlük hareketin yönelmeyen ve istendiği gibi devlete yönelen, ondan talepte bulunan bildiri aslında fiilen ve zımnen devlete bir akıl vermedir. Olaya politik bakanın ise, devlete yani düşmanına akıl vermesi kendisi açısından saçma olur.
Her halde devletin ya da bu günkü iktidarın aklı kendi çıkarlarının nerede olduğunu bilir: bize düşen de ona akıl vermek, sen aptalca davranıyorsun akıllıca davran hukuki ihlal etme değildir. Ama o bildiride olduğu gibi sorunu hukuki olarak ele alış, ister istemez kendi iç mantığı ile, devlete akıl vermekten başka bir anlama gelmeyen bir sonuca yol açar. Ama insan düşmanlarına değil, kendisiyle aynı cephede gördüklerine akıl verir.
Elbet bu toplumda, tıpkı o bildiride ifade edildiği gibi kendisini o devlet ve hükümetin içinde bulunduğu “toplum” denen bütünün bir parçası olarak görüp onu düzeltmeye, vicdanlı ve hukuka uygun davranmaya davet edenler de bulunacaktır.
Ama bizim gibi, bu Türklükle tanımlanmış merkezi, keyfi, militer, baskıcı devletin ve de bu devletin başındaki Erdoğan-Ergenekon ittifakının parçalanması ve yenilmesi gereken bir karşı taraf ve düşman olarak görenler de olacaktır.
Eğri oturalım doğru konuşalım. O hukuki gerekçelere dayanan bildiri hiçbir gerçek duruma dayanmamaktadır.
Örneğin toplumun (yani Türk ulusunun. Ulus yerine “Toplum” kavramını kullanmak da milliyetçilerin milliyetçi olduklarını gizlemelerinin bir yöntemidir) vicdanına sesleniyor.
Gerçek bir duruma karşılık düşüyor mu bu?
Hayır!
Birincisi, bu ülkedeki geniş Türk ve Müslüman kitleler, sadece egemen ulus ve dinden oldukları ve Kürtlerin uğradığı baskı onları ırgalamadığı için değil, aynı zamanda giderek faşistleştikleri için de zaten böyle bir kampanyayı kendilerine karşı düşmanca bir hareket olarak göreceklerdir.
Evet ne yazık ki gerçektir. Türkiye’de insanlar giderek devletin ırkçı faşist ideolojisini benimsemiş Müslümanlar ve Türkler haline gelmektedirler. Bu devlet insanların beynini ele geçirmiş ve onları bu şekilde örgütlemiş bulunuyor.
Bundan otuz kırk yıl önce, halkın büyük çoğunluğu, “Kürtlerin de kendi dillerini konuşma hakları vardır. Onlar da insandır” falan derdi hiç olmazsa.
O zamanlar insanlar Türkiye’de bir Ermeni, Rum katliamı olduğunu bu günkü gibi inkar etmezler, bilirler ve konuşurlardı.
O zamanlar insanlar, bir insanın dininden, milliyetinden önce insanlığının önemli olduğunu söylerler, “önemli olan insan olmak” derlerdi, kimseyi dini, milliyeti nedeniyle ayırmamaya çabalarlardı.
O zamanlar insanlarda, devlete ve devletten gelen her şeye karşı çok sağlıklı bir düşmanlık ve kuşku vardı. Deniz Gezmiş’i bunun için, devlete baş kaldırıp meydan okuduğu için severlerdi. Bugün ise, aslıyla ilgisiz hale getirilmiş, devlete karşı bir isyan geleneği bırakmak için davranmış Deniz’i onu devletin sevdiği gibi ve devlet seviyor diye seviyorlar. Devlet partisi CHP deniz posterleriyle yürüyor örneğin.
Eskiden insanlar, hayvanlara iyi kötü merhamet gösterirler, göstermeseler bile işkence etmezlerdi, onların da “İslam ümmetinden olduğunu” onları da “Allah’ın yarattığını” söylerlerdi.
Bugün ise artık bu dünyadan göçmüş bu eski kuşakların çocukları eski çağların dinlerinin insanlara binlerce yılın tecrübesiyle kazandırdığı ve sağlık gibi, değerini kaybedildiğinde anladığımız bu özellikleri tümüyle yitirmiş bulunuyor. Bu yitirmenin temelinde ulusçuluk ve kapitalizm bulunuyor elbette. Ulus ve ulusçuluk ilkesinden; kapitalizmin dayandığı kar ilkesinden hangi ahlaki ilke çıkarılabilir ki?
Bu işin genel ve evrensel yanı. Bu nedenle kar ve ulus ilkesiyle yetişen kuşaklar kolaylıkla bir böceği öldürür gibi insanları öldürebilirler. Ulus ve kar ilkelerine dayanmayan bir toplum için mücadele etmeden ve bu ilkelerin toplum hayatını düzenlemesine son vermeden bu durumun değişmeyeceği ama giderek kötüleyeceği açıktır. En demokratik biçimlerinde bile (Örneğin en son Norveç, Yeni Zelanda’da, ABD’de sık sık görüldüğü gibi) ulus ilkesi yeryüzü ölçüsünde bir apartheit sisteminin bir savunusundan başka bir anlama gelmez.
Ama Türkiye’de olan bundan da ötedir. Bu devlet ırkçı ve faşist bir Türklükle Ulusu, ve devletçi bir İslam’la İslam’ı tanımlar ve tüm toplumu örgütsüz bırakarak, en küçük bir bağımsız örgütlenme çabasını daha doğmadan boğarak, halkı her türlü virüs ve mikrobun saldırısına açık çıplak bir et gibi örgütsüz bırakarak ve kendisi kendi ırkçı ve devletçi kendi suretinde, Tanrı’nın insanı kendi suretinde yaratması gibi, yeniden yaratarak evrensel ulus ve kar ilkesinin kamburuna bir de geçmişin, şark devletinin modernize ırkçı ve devletçi versiyonunun kamburunu yüklemiştir.
Bu nedenle bu halkın yüzde doksanı, kendisini kendi suretinde yaratan devlet gibi zaten en küçük bir demokrasinin bile düşmanıdır. Hukuksal ve biçimsel eşitlik diye bir derdi yoktur. Ne modern Aydınlanma, ne de kapitalizm öncesi dinlerin savunduğu türden Allah’ın kulluğunda eşitlik kadar olsun, en küçük bir biçimsel eşitlik kaygısı bile yoktur.
Sizler hiç, bir Türk’ün, kendini Türk kabul etmeyen veya Türkçe konuşmayan insanlardan alınan vergilerle niye okullarda Türkçe zorla okutulup öğretiliyor, niye Türk tarihi ve Türk edebiyatı zorla öğretiliyor, bu adaletsizliktir. Bu bizlerin imtiyazlı olmamızdır. Bu demokrasinin temeli olan yurttaşların eşitliği ilkesine karşıdır diye en küçük bir itiraz yaptığını gördünüz mü?
Sizler hiçbir Müslümanın, kendini Müslüman kabul etmeyen veya devletin resmi Müslümanlığından farklı bir Müslümanlık yoruma dayanan Müslümanlardan alınan vergilerle niçin camiler açılıyor, koskoca diyanet adlı mekanizmada binlerce insan istihdam ediliyor? Bu eşitsizliktir. Diyanet kaldırılmalıdır. Devletin dinle hiçbir ilişkisi olmamalıdır. Tüm dinlere eşit mesafede olasının ve onların eşitliğini gözetmesinin biricik yolu budur diyen ve bunun için mücadele eden bir Müslüman gördünüz mü?
Bırakalım bu imtiyazlı ve egemen devletin kendi suretinde yarattığı egemen Müslüman ve Türkleri bir yana, ezilenler bile, Aleviler ve Kürtler veya diğer dillerden ve dinlerden olanlar bile böyle bir eşitliği hayal etmekten, bunu program olarak koyup bunun için mücadele etmekten uzaktır.
Bırakalım bu ırkçı ve faşist geniş çoğunluğu, Türkiye’nin demokrat geçinen liberallerinden ya da ilericilerinden hangisi, böyle bir programı, yani ulusun Türklükle tanımlanmasına son verme ve merkezi bürokratik cihazı parçalama gibi asgarinin asgarisi bir programı savunuyor?
Yani Herkes ana dilinde eğitim görsün, resmi dil Türkçe olmasın, herkes ana dilinde ama tüm dinlerden, tüm dillerden bir heyetin yazdığı ne Türk, ne Kürt veya başka bir dilin Tarihi ve Edebiyatı olmayan bir tarih ve edebiyat okutulsun diyen bir liberal olsun gördünüz mü?
Liberali bırakalım, bir sosyalist, bir Marksist gördünüz mü? Kürtler bile, retorikte ne kadar “demokratik cumhuriyet” deseler de ondan anladıkları demokratik olmaktan uzak, Kürtlerin okullarda Kürt tarihi ve Kürt edebiyatı, Türklerin Türk tarihi ve edebiyatı okuyacakları, okulların bölündüğü ve sonu korkunç bölünmelerle ve kanla bitecek bir Lübnan ya da Balkan için mücadele ediyorlar.
Hasılı Türkiye’de henüz demokrat yoktur. Demokrasiye en yakın hareket olan Kürt hareketinin programı bile böyle demokratik bir program değildir. Çünkü böyle bir demokratik program Kürtlüğün de tanınması, yani “statü” programı ve mücadelesi değil, Türklüğün de tanınmaması, yani Türklüğün de “statüsüzlüğü” programı ve mücadelesi demektir. En ileri Kürt hareketi ve bunun içindeki Öcalan çizgisi bile böyle bir programa galaksiler kadar uzaktır.
O halde hiçbir sahte hayale kapılmadan bu durumu bilerek hareket etmek, tıpkı bir askeri birliğin araziyi doğru tanıması gibi olmazsa olmaz şarttır.
Sadece bu devlet değil, en geniş kitleler de sana düşmandır. Hatta kendine demokrat diyenler de demokrat değildir ve sana dost değildir.
Bir demokrat olarak, bu kanına susamış düşmanlarınla bir şeyler yapmak, onları değiştirmenin yollarını olanaklarını bulmak zorundasındır.
Çünkü milyonlarca insanın eylemi olmadan Türkiye’de ve dünyanın herhangi bir yerinde en küçük bir demokrasi olmayacağına göre, bu demokrasi diye bir derdi olmayan ve hatta demokrasiye düşman milyonlarca insan nasıl, hangi yöntemlerle birer demokrata dönüştürülebilir sorusudur soru?
O halde örgüt ve mücadele biçimlerini belirler, bir demokrasi savaşı yürütürken öncelikle bu temeli veri alarak hareket etmek gerekmektedir.
Böyle bir temelin olduğu yerde, hukuki gerekçelere dayanan ve vicdanlara hitap eden bir imza kampanyası, hele fiili bir gücü ve ağırlığı temsil etmiyorsa (ediyorsa zaten imza kampanyası yapmaz ağırlığını başka biçimde yansıtır) “Türk’e Türklük propagandası” olmaktan öte gitmez ve kesin bir başarısızlığa mahkumdur.
Başarısızlığa mahkum bir girişime başlamaktan ise hiç girişmemek daha iyidir. Çünkü harcanan güç ve enerjinin boşa harcandığı ve yenilgisi görülünce bu çok daha uzun zamanda ve zor telafi edilebilen moral bozukluklarına, uzaklaşmalara, özele çekilişlere, reaksiyoner görüşlere yönelmelere yol açar.
Özetle, o derneklerin bildirisi gibi, diyelim ki Devlet ve hükümetten açlık grevindeki mahkumların isteklerini kabul etmeyi talep eden bir imza kampanası açsaydık ve binlerce imza toplasaydık bile bunun hiçbir etkisi ve politik bir anlamı olmazdı. Kaldı ki, böyle bir girişim imza toplamada da başarısız olurdu.

Bugün gerek Kürt hareketi gerek demokratik hareket hala hendekler döneminin ve aslında hiç üzerinde durulmayan ve bir başarı gibi anılan Gezi’nin fiilen buharlaşmasının ve kendisinin yenilgisine yol açmasının yol açtığı moral bozukluklarından kurtulabilmiş değildir.
Bunları bir yana koyalım.
Şimdi gelelim daha somut kısmına
Varsayalım ki, bir imza kampanyası açtık ve Türk devletinden açlık grevindekilerin isteklerinin karşılanmasını istiyoruz.
Ne olacaktır?
Birincisi, Türk devleti benim kim olduğumu kendisinin düşmanı olduğumu bilmiyor mu?
Düşmanının açtığı bir kampanya onu ne kadar etkiler?
Aksine düşmanınız size saldırıyorsa, bu sizin doğru iş yaptığınız kanısının güçlenmesine hizmet eder. Türk devletinin tepkisi farklı mı olur? Hayır.
İkincisi böyle bir kampanyaya, zaten bu devletin düşman olarak fişlediği militan denebilecek çok az bir kesim dışında hiç kimse imza vermez.
Gerekçeleri şunlar olacaktır muhtemelen:
Kimisi ölümlerin bile etkili olmadığı bir yerde imza vermenin bir anlamı olmayacağı gerekçesiyle.
Hiç de haksız olmayan bir gerekçedir ama yanlışı şuradadır. Bir devrimci için hedefin kendisinden ziyade o hedefe ulaşmak için girilen mücadele, o mücadelenin insanlarda yol açtığı değişimler önemlidir. Evet bir imza kampanyasıyla bir şeye ulaşılmaz. Ama en azından birçok insan ilk kez bir medeni cesaret gösterip bir riski göze alıp bir imza atmıştır. İlk kez yalnız olmadığını başka insanların da olduğunu görmüştür vs..
Bunlar hiçbir zaman küçümsenemez. Ama aşırı sol sekterler, her toplumda har zaman vardırlar ve bu gibi gerekçelerle sadece imza atmazlar atabilecekleri de engellerler. Ama bunlar yine de toplumsal ölçülerde küçük bir azınlık olduklarından haydi bunları geçelim.
Kimisi zaten açlık grevi ve ölüm oruçlarına neredeyse alerjik bir tepki duymaktadır. Geçmişte Dev-Sol’un yaptıklarında onlarca insan öldüğü ya da sakat kaldığı ve bu nedenle Açlık Grevleri artık ters bir tepki yarattığı, toplumda alerji yarattığı bu nedenle, talebini desteklese bile bir açlık grevini, yanlış bulduğu bir mücadele biçimini destekler durumda olmamak için imza atmayacaktır.
Sosyal medya böyle itirazlarla dolu. Özel konuşmalar ha keza.
Bunlar mücadele biçiminin kendisine duyulan tepkiler.
Ve bunlar olası potansiyel imzacıların çok büyük bir bölümünü oluşturur.
Yani bırakalım hedeflerinin doğruluğu ve haklılığını bir yana mücadele biçiminin kendisi bizzat koşullardan ve hedeflerden bağımsız olarak grevcileri tecrit eden bir özelliğe sahip.
Bütün bu tepkilerden bağımsız olarak koşullar, hedefler ve bu mücadele biçiminin ortaya çıkardığı sorunlara sonraki yazılarda devam ederiz.
20 Nisan 2019 Cumartesi
Demir Küçükaydın
Lütfen şu adrese gidip açtığımız imza kampanyasını imzalayınız. Bu imzalar çok olup belli bir ağırlığa ulaştığı takdirde ciddi felaketler engellenebilir.
https://www.change.org/p/süresiz-ve-dönüşümsüz-açlık-grevlerine-son-verilmesi

Coin Marketplace

STEEM 0.35
TRX 0.12
JST 0.040
BTC 70733.96
ETH 3563.16
USDT 1.00
SBD 4.76