FİKİR YAZILARI TR

in #blog7 years ago

aaa.jpg

Bu toplumun herşeyi yanlış, devleti yanlış, yönetimi yanlış, sistemi yanlış, tarihi yanlış, dili
yanlış, dini yanlış, politikası yanlış, eğitimi yanlış, bildiği yanlış, yaşaması yanlış, güldüğü yanlış,
ağladığı yanlış, sevindiği yanlış, üzüldüğü yanlış, çabası yanlış, gayreti yanlış,laiki yanlış,çağdaşı
yanlış, müslümanı yanlış,ateisti yanlış,demokratı yanlış,tarikatı yanlış, sivil toplum kuruluşu yanlış,
cumhuriyeti yanlış, medeniyet anlayışı yanlış, kısaca her yaptığı, her inandığı yanlış bu toplumun.

Din, insan içindir.İnsanın ahlakileşmesi, bir ba
şka deyişle insanileşmesi içindir. Din Allah
merkezlidir. Ama insan içindir.İnsan din için değildir. Felsefede sistem gaye, insan ise,vasıtadır.
Yani insan sistem içindir.

Öyle bir ilke olmalı ki, kişi hangi dinin gereklerine uyarsa uysun, eğer o belli ahlak ilkesine
bağlı kalmışsa “din” cephesinde yer almış sayılsın. Ve davaranışları o ilkenin dışına çıktığı için bir
insana “dinsiz” diyebilelim.

Bütün hayatı mide salgılarının uyarılmalarıyla şartlanmış ve nizamlanmış basit yapılı insan-
dan soylu bir davranış veya anlamlı bir şey beklemek tamamen hayaldir.

Hakikatin hakim olduğu zamanlara ait ölçülerin, hakikatin mahkum edildiği zamanlarda
kullanılamıyacağı şuurunu zihinlere ve gönüllere nakşetmek gerelmektedir.

Türk burjuvazisi kırk haramilerden daha haysiyetsiz bir çete. Çete bile değil.Bul karayı, al
parayı. Bu burjuvazinin iki marifeti var: Hayasızlık ve el çabukluğu. Hiçbir zaman düşünmedi bu sınıf.
Burnunun ucundaki felaketi görmeyecek kadar ahmaktır ve piçlerini a sefal hilkat garibeleri
gibi kaldırımlara boşaltıyor. Bu bir sınıf değil, bir panayır grubu. Galata sarraflarının açık gözlülüğüne
özenen soyguncu. Kapıcılık yapmaktan aciz, köksüz ve köpükten ibaret beş bin kişi, on bin kişi…
Mühendisiyle, eczacısıyla, fabrikatörüyle, plajcısıyla, hergele. Bunlar tefeci. Cumhuriyet rejimi işin
başından itibaren, esnafı ve çalışanı önce açıkgöz siyaset zorbalarının istismarına, ardından köksüz
bir burjuvazinin kaprislerine terkeden bir rejim olmuştur.

Aramak, iki yönlü bir çabayı gerekli kılar. Birincisi gözlem ve deneylerle pekiştirilen düşünme
(tefekkür). İkincisi de arınmadır. Düşünme nesneler dünyasından başlayarak en yüce gerçek olan
Allah’ın bilgisine ulaşana kadar aklın bütün imkanlarını sonuna kadar kullanma.
Arınma ise, ulaşılan bilginin tadılmasını sağlayan sezgiye (keşif ve ilham) ve Allahta yok olmaya
ulaşmak için nefsi ve ruhu, başka bir deyişle Allah’ın tecelli yeri olan kalbi dünyevi ilgi ve eğilimlerden,
kir ve pisliklerden temizleme çabasıdır.

Allah’ın zatı sırf nurdur. Nur ilahi zatı algılayabilecek olan insanın içindeki nuru uyandırmak
ve parlatmak sadece duyuların, aklın ve ruh’un özel terbiyesi ile mümkündür. Allah bilgisine ulaşma-
nın en sağlıklı yolu tecellileri alabilmeye, o da insanın maddi ve manevi pisliklerden arınmasına,
kalbini bir ayna gibi parlatmasına bağlıdır.
Oysa dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Asıl olan öte dünyaya
hazırlanmak bu dünyada da Allah müşahedesine ermektir. Ama insanların yapısı, yetenekleri farklı-
dır ve yüce gerçekliklere ancak az sayıdaki üstün yaradılışlı insanlar ulaşabilir.

Demokrasi cumhuriyet değildir. Cumhuriyet bir ekibin millet adına ülkeyi yönetmesidir.Bu,
padişahlıkta da olabilir, krallıkta da. Demokrasi her düşüncenin, her inancın gücü nisbetinde yönetime
katılmasıdır.
Bir ideolojinin veya bir doktrinin yönetimi elinde bulundurması demokrasi değil, diktatörlüktür.
Diktatörlük, sadece bir kişinin ülkeyi yönetmesi değil, aynı zamanda tek bir ideolojinin ülke yöneti-
mine hakim olması da diktatörlüktür. Bu durumda kemalizm son çağın en bağnaz, en dayatmacı
diktatörlüğüdür.

Başkalarının ızdırabını duymak kabiliyeti, insanlar arasında ızdırabı ve hayat yükünü azaltma-
ğa çalışan ahlaklı insanı meydana getirir. İyilik, adaletin, şefkatin ve güzelliğin eş anlamıdır.
Kötülük ise egoizmin, kötü yürekliliğin ve çirkinliğin eş anlamıdır.

Yağmurun farkındayız. Önümüze düşer yağmur. Sığınak, sadece bizim zatürrie olmamızı ön-
ler. Sığınak, uyuşmak, pasifize olmak için başvurulan bir yer değildir.
Sığınak o büyük beladan en büyük zararı görmemek için kapağı attığımız yer. Ve aynı şekilde
bunun marazi olması da kaçtığın yerde uyur kalırsan ya da kaçtığın yerden çıkmazsan o zaman
hasta oldun demektir.
Yani yağmur geçene kadar sığınır insan. Sadece zatürrie olmamak için sığınır.

Türkiye’de Batı medeniyetinin iyice aşağı düzeyde kalan artıklarını, daha açıkçası emperyal-
izmin bizi güdebilmek için bizi bilmekle yükümlü tuttuğu bilgileri hayatının ekseni kılan her kimse,
yaşı ve mevkii ne olursa olsun yetişmiş sayılamaz.
Türkiye’de insanların çektiği yalnızlık iki katlı cehaletin baskısını duymaktan doğar.Kişi hem
bir batılı gibi birey haline dönüşmemiştir, hem de batılının elden düşme işporta malı kültürünün tasal-
lutu altındadır.
Benim yalnızlıktan kurtuluşum birinci aşamada emperyalizmin beni mahkum ettiği cehaleti
reddetmekle başladı.

Ruhlar için gerçek tehlike, kelimelere saplanmak ve ilahi şeylerin derinliğine nüfuz edememek-
tir. İnsanların konuşmalarındaki güzellik ve büyüye kendinizi kaptırmayın.Çünkü Tanrı ülkesi sözler-
den değil, fiillerden mürekkeptir.

Eğer tepeden, alınan kararlarla, yürürlüğe konan siyasi yapıyı benimser iseniz, mesele yok.
Bu halde toplumun alışkanlıkları da, kurumlaşmış tabakası da yaşamınızı kolaylaştıran birer unsur
özelliği kazanabilir. Ya siyasi yapıyı reddederseniz, size danışılmadan alınan kararları benimsemez-
seniz ne olacak? O zaman vay halinize.
Haklarınızı savunmak için toplum içinde geçerli kılabileceğiniz hiçbir Statü bulamıyacsı-
nız. Mesleki başarılarınız, meslektaş örgütünüz, karındaşlarınız, savunduğunuz değerlerin temsilcisi
sayılabilecek kuruluşlar, hatta maşeri vicdan sizi sözkonusu merkezi güç karşısında korumada
başarısız kalacaklardır. Yarışan güçlerden birinin yarışı kazanıp da kazancının imkanlarından istifade
ettiği bir toplum değil bizimkisi. Kazanmak yok. Kazançlı çıkmak var sadece. Kazançlı çıkmak için
ise mafevke kullanışlı biri olduğunu ispat etmek, mafevke ile uzlaşmak yeterlidir.

Şuna kahrolsun, buna yuh olsun demekle bir netice alınamaz. Terkib-i inşaya gelince bir şey
yapılmıyor. Tepki var, etki yok. Red var, teklif yok. İzhar var, izah yok.Fert planında inanç, akıl,irade,
düşünce bütünleşmesi sağlanamamış ki, O,nun içtimai tezahürleri yaşansın. O tezahürlerin ışığında
fikri mes’eleler aydınlansın. O aydınlıkta tekamül gayretleri istikametlensin.

Işık dış dünyamızı, nur ise içimizi aydınlatır. Dışımız aydınlanınca, çukuru, taşı görürüz.
İçimiz aydınlanınca iyiyi kötüden ayırmaya başlarız. Daha ötesi helal ile haramı ayırmaktadır.
İç dünyamızın lambası sönmüşse işimiz bitiktir.

Sonuçları ne olursa olsun, özgürlük üzerinde ısrar etmek zorundayız. Ne yazık ki,ne yazık.
Ben Kazancakis’in kahramanının papaza yaptığı gibi Fethullah hoca’ya”bizimle gel” diyemiyorum.
“Mesih gelecek, gelecek ve partizanların başına geçecek. Bir daha çarmıha gerilmeyecek.
Gökyüzü ve yeryüzü birleşecek, bundan böyle.”
Benim mehdi’den bahsedecek halim yok,anlıyor musun? Biz Türk’ler daha oraya gelmedik.
“Mehdi” dedim mi, ille de Kubilay’ın katili olacak.

Çok defa en sağlam ve en değerli insanlar, tedbirsiz bir halk hatibinin veya hayasız bir politika-
cının ihtirası yüzünden çoğunluğun baskısına boyun eğmek zorundadır. Halbuki halk veya zadegan
hükümetlerinde ister istemez akıllılar da deliler de meclise girer.

Afrika’da,Hindistan’da, Güneydoğu Asya’da, Güney Amerika’da, açlıktan kemikleri çıkmış
bebelerin resmini çektirmek için yarışa giren ve bu yarışta binlerce lirayı bir kalemde sarfedebilen
gazete ve dergilerin bulunduğu bir dünyada, en aç insanın fotoğrafını çeken foto muhabiri altın madal-
ya ile taltif edilirken, fotoğrafı çekilen aç bebenin sırtından para kazanabilen becerikli gazeteciler
tebriklere boğulurken, aç insanların kendi halleriyle başbaşa bırakılmasında bir bozukluk olsa gerek.
Yoksul çocukları esirgeyip korumak adına düzenlenen balolarda, göbekleri yeterince şişmiş
adamların sabahlara kadar vur patlasın çal oynasın vakit geçirirken, bu çocukların okuma kitaplarını
nasıl satın alabileceğinin hesabının yapıldığı bir dünyada bir bozukluk var demektir.

Batı uygarlığını teorik olarak reddetmek, eğer aynı uygarlığın davranış kalıplarını gündelik
hayatımızda uyguluyorsak, pratikte fazla bir anlam taşımayacaktır. Çünkü davranış kalıplarımız ve
gündelik hayatımızda uyguladığımız tüketim alışkanlıklarımız, bizi, istemesek de, aynı uygarlık
dairesinin içine itmeye yetecektir.

Bir kuş tuzağa tutuldu.Çünkü, kursağına buğday girdi. Madde insanı içten yakalayan bir tuzak.
Buğdayın sertliği çocuğun dişine değdi mi, çocukluğun bitiş gongu çalar o gün….
Ve maddeye karşı insanlığın imtihanı başlar.
Buğday öyle bir düğümdür ki, cennetle Hz.Adem arasında bir perde oldu.
Ebediliğin bir parçası olan Adem’in hayatına buğday,faniliğin mayasını katıyor.

İnsan “Bu yere düşmüştür”. Düşüşüne yol açan sebep, mükemmeliğin cenneti’nde işlediği
ilk günahtır. Adem’in eşi Havva ile iblis’in “Sonsuzluk ağacı ve sınırsız mülk” yani ölümsüzlük ve
sınırsız servet vaadine kapılıp “yasak meyve” den yemesi Tevrat,İncil ve Kur’an’ın ortaklaşa kabul
ettikleri bir husustur.

“Görmediğime inanmam” diyen insan aynı zamanda duymadığıma da, beynin bir fonksiyonu
olan bilme konusunda da bilmediğime inanmam, kokusunu almadığım bir şeye de inanmam demek
istiyor. Beş duyunun görevleri bellidir ve sınırlıdır.
Siz görmüyorsunuz, duymuyorsunuz, bilmiyorsunuz, diye bir şeye inanmamak mümkün mü?
İnanmakla, görmek, duymak, bilmek farklı şeylerdir.Ve hem biz birçok görmediğimiz şeye
inanmakla bunu kanıtlıyoruz.

Kanunları, bütün insanların iyi olduğunu varsayarak yaptığınız zaman kötüler zafere ulaşır,
ve iyiler ezilir.
Kanunları, bütün insanların kötü olduğunu kabul ederek yaptığınız da kötüler aradan sıyrılır,
veya onlardan istifade yolunu bulurlar. Yalnızca iyiler onlara itaat eder, ve acı çekerler.

Türkiye’de-Güçler şu şekilde sıralanır: Ordu-Bürokrasi-Sermaye-Siyasiler-Sivil örgütler-Halk.
Oysa bu sıralama diktatör-faşist bir yapılanmadır.
Demokrasilerde bu sıralama tam tersinedir. Millet asıldır- ve bütün kurumların üstündedir.
Halk-Sivil örgütler-Siyasiler- Bürokrasi- Ordu. Halk, sivil örgütleri oluşturur. Ve sivil örgütler halkın
emrindedir. Siyasiler sivil örgütlerin emrindedir. Bürokratlar siyasilerin emrindedir. Ordu bürokratların
emrindedir. Dolayısıyla halkın dışında olan bütün kurumlar halkın hizmetindedir. Yani devlet halka
hizmet için vardır. Halk devlete hizmet için var değildir. Halkın temsilcilerine söylenen sözler ve gös-
terilen tavırlar bürokratlara ve askerlere yönelik olsa ne olur acaba. Cesareti olan kimse sivillere
değil, askerlere ve bürokratlara tavır koysun bakalım ne oluyor?

Bir bakın, bir kulak verin piri faniler. Biz hergün hangi cehennemlerde can veriyoruz.
Siz hangi Arafat’larda hangi cennetleri kovalıyorsunuz?
Biz hergün hangi cehennemlerde şeytanların daniskasıyla boğaz boğaza cedelleşiyoruz.
Siz hangi Mina’larda hangi şeytanları taşlıyorsunuz?
Biz hergün hangi cehennemlerde çiçeği burnunda körpe kuzularımızı kurban veriyoruz.
Siz hangi Mina’larda hangi koyunlarınızı yatırıp kurban ediyorsunuz?
Biz hergün hangi cehennemlerde kan kusuyoruz.
Siz hangi Harem’lerde hangi zemzemleri yudumluyorsunuz?

Herkes dünyalıklarını kuşanıp uzaklaştı. Koptular fikir adamlarından, belki de kaçtılar.Gazete
ve dergilerde ondan hiç söz etmemeye sanki özen gösterdiler. O’nsuz yaşamayı denediler, hep.
Ama fikir adamından kalan boşluk kapanmadığı gibi daha da büyüdü. Kadirşinas olmayışımıza esef
ediyorum. Yeşilçamdan hidayete erip gelenler, daha büyük rağbet gördüler. Dört zengin zibidisine
üç vakit namaz kıldırıp hocalık ünvanı alan psikopatlar, yazık ki, neredeyse müslümanların önderi
konumuna getirildi. Bu ucube ortamda elbette şahsiyetli insanların işi olamazdı. Düşünce dünyamı-
zın mimarları gerçekten haketmedikleri ilgisizlikle yalnızlığa zorlanmışlardır. Bugünkü sosyopolitik,
kültürel ve ekonomik ortam onları kaldırmıyor olsa gerek. Müslüman kitleleri biçimlendiren ya da
etkisi altına giren toplumumuz, dürüst, şahsiyetli kimlikleri hazmedemiyor besbelli. Toplum,büyük
oranda kimliksizleşmeye, yozlaşmaya teslim olmuş durumda.

Allah adının unutulduğu yerde yasalar yoksullar içindir. Yasa diye konulan kuralların gücü
ancak zavallılara yeter. Başkalarına, daha doğrusu, güçlülere diş geçiremez. Güçlüler yasa kapsam-
ına girmezler.
Allah adı unutulmuşsa, hiçbir toplumsal düzen ebediyyen önünü alamaz bu çarpıklığın.

Batını olan, çevreden merkez’e giden araçları sağlayan yarıçaptır. Fakat bu, bu dünya hayatın-
da merkez’e yolculuk için ehil olmadığından ya da böyle bir yolculuğu kendisi için görev bilmediğinden
herkes için elde edilebilir değildir. Bununla birlikte, dinin zahiri boyutunu izlemek çevrede kalmaktır.
Ve bundan dolayı, merkezi olan bir dünyada ve sonraki hayatta merkez’e doğru yolculuk–zahiri görüş
açısından yalnızca, saadet verici bir ölüm sonrası imkanı olarak– yapmaya ehil olarak kalmaktır.
Batını ve mistik olan ortodoks olmakla kınanmıştır. Ortodoksluk belli bir akideye sıkı bağlılık,
ortodoksluğa karşı kendilerinin heterodoks kabul edilmiş dini akidelere muhalif olduklarını iddia etmiş-
lerdir.

Şehvetlerin, ihtirasların, zulümlerin, merhametsizliklerin doldurduğu bir dünya, derdi çekilecek
bir dünya değildir. Böyle bir dünya tek yıldız dahi görülmeyen karanlık bir geceye benzer. Bu geceye
yıldızlar, ay lazım. Bu geceye sabah ümidi, güneş muştusu lazım. Bu ümit ve muştular ilahi insan-
lardır. Lakin bu insanlar arpa tarlasında, fabrikada yetişmez. Onların ayrı tarlalara, ayrı kültürlere,
ayrı programlara, ayrı ortamlara ihtiyaçları vardır.

Bir düzine ressamı bir bahçenin karşısına koyun ve hepsinden bu bahçeyi fırçayla ifade etme-
lerini isteyin. Hepsi ayni bahçeyi çizecek, fakat her birinin tablosu başka olacaktır. Çünkü bahçe,
fırçadan dökülmeden önce onların şahsi dünyalarından geçiyor ve o gizli dünyalardan başka başka
renkler alıyor. Artık tablodaki bahçe o bahçe değildir.

Geleneksel yapı, bilince karşı olarak, insana, nefs-i emmare tarafından sınırları çizilmiş bir
yaşama tarzı sunar. Taklid, tekrar ve alışkanlık, deyim yerindeyse hareketten ve değişimden hoşlan-
mayan geleneksel yapının koruyucu formları olduklarından, insan ve toplum, hiçbir zaman farkında
olmadığı, eleştirisini yapmayı düşünmediği, doğruluğunu ve yanlışlığını test edemediği katı ve güçlü
bir çark içinde döner durur. Taklid, tekrar ve alışkanlık, geleneksel yapının üç esaslı mekanizmasıdır.
Oluşmuş bir yapının insanı bu üç mekanizmadan geçirerek nasıl ona “Belli ve standart bir biçim”
verdiğini çözebilirsek islamın geleneksel yapıya ya da kör gelenekçiliğe karşı oluşunun mantıki
gerekçesini anlamış oluruz. Ne taklidi iman bakbuldur ne kendi ilahi referanslarından boşaltılmış
ritüelleri tekrar etmekle yetinmek.

Kalıbıyla şahıs, benliğiyle zat, ruhuyla cevher, aklıyla ilah, vahdetiyle bütün, çokluğuyla fani,
ruhuyla baki, intikal yönünden ölü, kemal yönünden diri, ihtiyaç bakımından noksan, istek bakımın-
dan tam, varlığın özü, kendisinde her şeyden bir şey bulunan ve herşeyle alakadar olan varlık.
İşte insan budur.

Ahlaki davranış, şuurlu bir tavır alıştır. Yapılan iyiliğin haz vermediği, ve kötülükten nefret duyul-
madığı bir hareket hiçbir mana ifade etmez. Ahlaki faziletlerin örneklerinden olan Sadakat,Vefa,
Merhamet v.s. Gibi özelliklerin en mükemmellerini hayvanlarda görüyoruz. Fakat bunların hiçbirine
ahlaki damgasını vuramayız. Çünkü hayvan o özelliği sergileyecek bir yapıda yaratılmış, onunla,
bir varlık şartı halinde dondurulmuştur. Başka türlü davranamaz. Arı bal yapar, Köpek kendini besle-
yene bağlılık gösterir. Bu davranışlar onların hayat şartlarına varlık özelliklerine aittir. Aksi davranışta
bulunamazlar. O halde, aksini yapma gücündeki insandan zuhur ettiklerinde ahlaki davranış adını
alan bu belirtiler, hayvan için bir fazilet değildir. Çünkü hayvan bunları bir karar neticesi değil, fıtri bir
armoninin sürüklemesiyle ve hiç de farkında olmadan yapmaktadır. İnstektiv davranışları iradi davra-
nışlarla bir tutamayız.

Her şeyi kendi keyfimize, heva ve hevesimize göre değiştirmeyi alışkanlık haline getirdik.
Yaşam tarzımızı, kişisel ilişkilerimizi inandığımız ilkelere göre düzenlemek, inancımızın koyduğu
ölçüler uyarınca uymayan taraflarımız varsa onları yontmak, terketmek yerine, inancın koyduğu ölçü
ve dusturları kişiliğimize göre aşındırdık. Aslında değişen,ehlileşen biz olmalıydık, aşınan, yontulan
biz olmalıydık.

İbadetler, tıpkı arabanın aküsünü şarz ettirmek ve ona saf su koymak gibidir. İbadet, insanın
çeşitli sebeplerle kaybettiği enerjiyi ibadetlerle yeniden kazanmasını sağlar. Ruhunda, beyninde
hatta bedeninde oluşan negatif enerjiyi pozitif enerjiye çevirmek ibadetlerle mümkün olur. Tabii ki,
aranılan şartlara uymak kaydıyla. Yoksa aküye elektrik vermek yerine onu ateşe atarsanız veya saf
su yerine onun içine benzin koyarsanız, felaket olur. Bunun gibi önemli olan bir şeyi yapmak değil,
ondan beklenen faydayı almak ve gayesine vardırmaktır insanı.

Günlük konuşmalarını otomobillerin veya güneş gözlüklerinin markalarına hasreden insanlara
yetişkin denilmez. Bu insanları oyuncakla kandırmak kolaylaşmıştır. Çünkü, ülkemizdeki yaşını
başını almış insanlar oyuncaklardan ötede bir şeyle ilgileniyor değiller. Ama çocuk kalmanın çok
daha üzüntü veriici göstergesi bu insanların oyuncaklarından “ihtiyaç” adı altında sözedişleridir.
Demek ki çocuk yaşta olmayan çoğu insan, Pazar ekonomisinin tuzağına düştüğünün bilincine
varmadığı gibi, kendisine kurulan bu tuzağın zaruretine inanıyor ve kendilerinin aldatılmasındaki
ahlaki değere üstün bir yer tanıyor.

Zeka motor’a akıl ise direksiyona benzetilebilir. Motor çok iyi çalışabilir, ama direksiyon iyi
kullanılmıyorsa motorun verimi bir fayda sağlamaz. Araç her an kaza yapabilir.
Seçim yapan, karar veren akıldır. Çünkü akıl, irade sahibidir. Zeka aklın kullanılmasıyla bir
verimlilik sağlar. Aksi takdirde orta yerde sadece kurnazlık kalır. Çok zeki daha doğrusu çok kurnaz
bir hırsızdan sözedilebilir. Fakat ona asla akıllı denemez. Çünkü o aklını kullanmamış ve yanlış bir
yola sapmıştır.

Özgürlük ve eşitlik olguları bir arada bulunması imkansız iki ayrı zıt gerçektir. Özgürlüğün
olduğu yerde eşitlik olmaz. Çünkü “özgür güçlü” “güçsüz özgürü” devamlı yıpratacaktır.Kişisel yete-
neklerin farklılığı yüzünden ortaya çıkacak eşitsizliği de dikkate almak zorundayız.
Adalette eşitlik demek değildir. Eşitliğin olduğu yerde adalet olmaz. Adalet herkese layık
olduğu değeri vermektir. Hakkettiğinin karşılığını vermektir. Bu da eşitliği ortadan kaldıran bir durumdur.

Küfr üzere, cahillik üzere olanlar olguların sadece zahirini görürler. Çünkü kabiliyetleri ve alet-
leri kısırdır. İman edenler, gayba iman edenler geniştir ve aletleri yeni evre için yavaş yavaş meydana
çıkar. İşte hayatın bu kısmı yalnız iman edenlere açılır. Bu açılım da sadece Allah ve Resulünün
çağırmasıyla gerçekleşir.

Sosyal olayların yasaları vardır. Tüm olayların akışını belirleyen parametreler (din diliyle kader:
ölçü) olayın muhatabından bağımsız tesbit edilmektedir. Kur’an’ın “Ne zaman kaydılar, Allah da onla-
rın kalblerini kaydırdı” peygamber’in “nasılsanız öyle idare olunursunuz”. Ya da miraç hadisindeki
“Ey Cebrail dedim, şu çıkanlar nedir, bu inenler nedir?” Cebrail dedi ki: Bu çıkanlar insanların amelle-
ridir, bu inenler de ona karşılık olarak anında yaratılmış durumlarıdır.”

İhtiyaç duyma hali, en büyük potansiyel sevgi katilidir.
“İhtiyaç” sizde olmayan bir şeyin sizin dışınızda bir yerde olduğunu ve mutlu olmak için buna
gereksinim duyduğunuzu düşünmenizdir. Buna ihtiyaç duyduğunuza inandığınız için, ona sahip
olmak için neredeyse herşeyi yaparsınız. Sahip olduğunuz her şeyi sahip olmak istediğiniz şey
karşılığında verirsiniz. Sizde Tanrı ticari bir ilişkiye bağlı olarak çalışır. Eğer beni severseniz, ben de
sizi cennete sokarım. Eğer beni sevmezseniz, sokmam. Sizin sevgiden anladığınız da budur.
Yani ticari bir iş. Al gülüm ver gülüm. Bir mübadele vasıtasıdır sizde sevgi ve ibadet.

Arslan ve süt manalarına gelen “şir” lafzı, yazıda birbirine benzerse de mana yönünden ayrıdır.
Elmasla kaldırım taşı da, taş olmak itibariyle birdir amma; biri yüzük yapılıp parmakta taşınır,öbürü
yollara döşenip ayaklar altında çiğnenir. Her iki arı bir yerden yediği halde birinde–yani eşek arısında-
yalnız iğne bulunur, diğerinden bal hasıl olur.
Her iki nevi ahu da ot yer ve su içer. Lakin birinden yalnız gübre, öbüründen halis misk husule
gelir.
Cezalar, yapay olarak yaratılmış sonuçlardır. Sonuçlar ise doğal olarak meydana gelirler.
Cezalar dışardan uygulanan eylemlerdir. Sonuçlar ise içte kişinin kendisi tarafından meydana getir-
diği eylemlerin doğal sonucudur. Yani sonuçlar kişinin kendi yaptığıdır. Ne ekersen, onu biçersin.
Ne doğrarsan aşına, o gelir kaşığına gibi atasözleri bunu çok güzel anlatır.

Caddeler, arabalar, evler, villalar ve törenler, gözalıcı renkleri coşkun gümbürtüsü ile geçen
bando takımı, uçuşan balonlar, okullar, laboratuvarlar, senetler ve çekler, ev sahibi ve kiracılar,baraj-
lar ve fabrikalar, pasaportlar, süs köpekleri, kiralık kadınlar, arkadaşlar ve diplomalar. Herkes bu tören
sonunda kendne ayrılan yere yerleşecek. Bütün bu sayılmayacak kadar çok unsur arasında sıkışıp
kalacak. Belki onlar da şu anda benim gibi hayatta paradan daha değerli şeylerin var olduğuna inanı-
yorlar. Buna inanarak kendileri için hazırlanan bu hayata kuzu kuzu yürüyorlar.

İnsanoğlu, arabayı atların önüne koşmak gibi büyük bir yanlış yapmıştır. Sıkıntılarının kaynağı-
nda yaptığı bu yanlış vardır. Eğer atları arabanın önüne koşmak gibi bir akıllılık yaparsa kurtulacaktır.
Mal-mülk, para, eşya, devlet, bütün bunlar insan için vardır. İnsanlar bunlar için var değillerdir.
Vasıtaları gaye, gayeleri vasıta haline getirmek insanlığı mahvetmiştir.
Ayrıca insanlar layık olmadıkları yerlere, yanlış adreslere getirilmiştir. Alçak, sahtekar,sıradan
insanlar layık olmadıkları iyi yerleri kapmışlardır.
Namuslu, faziletli, üstün karakterli insanlar onlara hizmet etmektedir.
Birgün bir teşrifatçı gelecek ve herkesi layık olduğu yere oturtacaktır. Biz bu kurtarıcı insanı
bekliyoruz.

Bizden öncekilerin, önemsemediği ve değer vermediği pek çok şey, bizler için vazgeçilmez
ihtiyaç oldu.
Tüketme tutkusuyla kıvranan doymaz insan, iç zenginliğiyle birlikte iç huzurunu da kaybetti.
İnsanlar ve toplumlar beton binalar gibi katılaştılar. Bu insanların karınlarını doyursanız da gözlerini
doyurmanız mümkün değildir. Gösteriş ve daha çok kazanma yarışı içinde, insanlar özgürlüklerini
ve kişiliklerini bir bir yitiriyorlar, adeta sürüleşiyorlar. Arzularını sınırlamasını bilmeyen insan,önünde
ya da sonunda eşyanın, paranın, başka bir deyişle dünyanın tutsağı olur. Bu kadar lüzumsuz mas-
raflara mazaret olarak, ihtiyaç, zaruret, diyerek kendi kendimizi aldatmaktayız.
Oysa huzur, mutluluk zengin olmakta, keyfimizce yaşamakta, hayvanlar gibi tüketmekte değil,
anlamlı yaşamakta, Allah’a yönelmekte ve O’nun rızasını kazanmaktadır.

Herşeyin satıldığı alış-veriş merkezleri günümüz insanının tapınakları haline geldi.
Dünyada bir uçtan diğerine, her yerde, herkesin daha çok gelir sağlama peşine düştüğü bir
ilişkiler düzeni yürürlüktedir. İnsanın her eylemi, üretim ve tüketim çevresinde biçimlenen bu ekono-
mik yapı içinde, alış-veriş yapma, odak noktayı oluşturmaktadır. Ev bilgisayarları, televizyonlar,
videolar, elektrikli mutfak aletleri,ısıtıcılar, soğutucular, insanlığın çağdaş putları haline geldiler.
Günümüzde aileler binlerce yıl yaşasalar bile, tüketemiyecekleri kadar mal-mülk biriktiriyorlar.
Ekonomide üretilen mal ve hizmetler temel ihtiyaçları çoktan aştığından sun’i ihtiyaçlar ihdas ediliyor.
Gösteriş ve harcamanın mutluluk kabul edildiği bir ekonomik yapının çökertilmesinde ye deni-
leni yemeyen, iç denileni içmeyen, giy denileni giymeyen bir insandan daha güçlü ve daha etkili ne
olabilir. Böyle bir insana hiçbir gücün karşı koyması mümkün değildir.

Ağlayın su yükselsin, belki kurtulur gemi. Hep karanlığa küfrediyorsunuz. Karanlığa küfretmek
çözüm değil, kalkıp birer mum dikin karanlık köşelere. Hiçbir şey karşılıksız değildir. Bedel ödeye-
ceksiniz. Alın terleriniz su gibi akmayacaksa bugün, er ya da geç bir gün gözyaşlarınız ve kanlarınız
akacaktır. Şeytanın varlığı günah işlememizin gerekçesi değildir.

Şahsiyetsiz insan tipleri vardır. Duyuları taklit, düşünceleri taklit, fikirleri taklit, kıyafetleri,
konuşmaları, hareketleri, inançları taklittir.
Bunlar ruhlarını şahsiyetlerinde aramaz. Mutlaka dış alemde bir dayanak bulmak umuduyla
çırpınır ruhlarını bile taklit asasına dayarlar, iltimas, dalkavukluk, her nevi alçalış bu şahsiyetsiz tiple-
rin hayatta muvaffakiyet sırlarıdır. Bunlar asla eser meydana getirici değildirler, tabiatları icabı olamaz-
lar da. Eser meydana getirebilmek ancak şahsiyet sahibi insanlara has yüksek bir meziyettir.

Bozulma nerden olmuşsa, düzeltme de oradan olacaktır. Bozulma insandan başlamıştır.
O halde düzeltme de insandan başlayacaktır. İnsan ihmal edilmiştir. İnsan gaye olmaktan çıkarılmış-
tır. İnsan bu aşağılık durumdan kurtulmak zorundadır. Çare kendisidir. İkinci bozulma kavramlardan,
yani düşüncelerden olmuştur. Üçüncü normlardan, yani toplumu etkileyen yaptırımlardan,ölçülerden
olmuştur. İnsan-kavram-norm: Bunları düzeltmek için sırayla ele almak durumundasınız.Bu kaideleri
tersine çevirirseniz o zaman boşuna yorulursunuz.Ve hiçbir sonuç alamazsınız.

“Ölmek için yaşıyoruz madem, demek ki yaşamak için öleceğiz”. Türküsünü destanlaştıranlar,
bunun farkında olanlar ve ölümleriyle dahi yaşayanlar. Ve beri tarafta yaşayan ölüler.
Ölüm korkusundan ölüme sığınıyorlar. Yaşayan ölüler ölümden ölüme kaçıyorlar. Gel de çık işin
içinden.
Hayat ile ölüm ayrı şeyler kabul edildikçe çıkışı yok bunun. Hayatı ve ölümü birbirinden ayrı
kabul etmek Bilgenin mutlak sahibinden putlaştırılmış kavramlara sığınanların işi. Onlar zaten ne
hayatlarını yaşıyorlar, ne de ölümlerini. Onların derin uykuları var, rüyasız zifiri uykuları..Oysa mü’min-
ler her uykuya varışlarında ölümü prova ediyorlar.
Zaman ve mekan bize emanet, zira biz zamanın ve mekanın mutlak sahibine emanetiz.Çünkü
biz kendimizi O’ndan yine O’na emanet etmişiz.

Ana-baba çocuğun karnını doyuruyor, sırtına elbise giydiriyor, cebini dolduruyor.
Kediye bakın: karnı tok, sırtı kürklü, soba da sıcak. Ebeveyn kedi gibi çocuk yetiştiriyor.
Ama çocuğun beyni farklı, sobanın yanına kıvrılıp kaşınamaz ki. Ahlaken yetişmezse canavar olur.

İnsan mutlaka bir şeylere inanacak. Ya Allah’a, ya kadına, ya mevkiye, ya paraya, ya puta,
Hiçbir tarlayı boş bırakamazsınız. Ya fasulye ekeceksiniz,ya o tarlada yabani otlar bitecek.

Sosyal iklim, yahut içtimai hayat tarzı, şayet kemikleşmiş ise, insana zor ulaşırsınız.Ulaştık-
tan sonra verdiklerinizi de, o insan biraz zor taşır. Çünkü hayatın bütünlüğü parselasyona uğramıştır.
Çünkü bütünlüğü kuşatmayan tesirlerin hayata intikalini sağlamak hiç kolay değildir. İslam‘ın bir
icabları vardır, bir de neticeleri. Neticeleri, hayatın “Ahlak” aynasında müşahede edilir.
Sosyal iklim ise ahlakı tahrip ediyor.

Ruhunuzu, bedeninizi, gönlünüzü, beyninizi bir tatlı rehavetin kollarında yabancı pençelere
teslim etmişsiniz. Her zaman boynunuza geçmiş pençelere uzansa ellerim,Rahatım bozuluyor
diye bağırıyorsunuz.
Görmediğiniz film kalmadı, kendi filminizi bir türlü görmek istemiyorsunuz.
Bütün ömrünüz sofra ile hela arasındaki yollarda geçerken yolsuzluktan şikayet ediyorsunuz.
Kafanızda bir mum bile yanmazken, sokak lambalarının sönmesinden yakınıyorsunuz.
Bozuk telefonunuz için yazmadığınız dilekçe kalmadı. Ama insanlığın acıklı durumu sizi hiç
ilgilendirmiyor.
Odanızdaki Kur’an’ın bez cildi öpülmekten aşındı. Sayfalarındaki anlam seni hiç değiştirmiyor.

Kapında düşman. Hayatını sona erdirmecesine kolluyor seni. Sürekli senin peşinde bakışları.
Var mı bir hazırlığın ona karşı. Elindeki üç beş kuruşunu konfora, lüzumsuz şeylere yatırıyorsun.
Zaten baldırıçıplaklıktan tam kurtulmuş sayılmazsın. Birçok gereksiz alet edevat doldurmuşsun evine.
Ama hani asıl ihtiyacın. Buna şimdilik gerek yok diyorsan, ben de öyle diyorum. Çünkü o şeyin olsa
bile onu kullanacak el, onu kullanmaya cesaret edecek yürek, sen de zaten. Hani o parmak, hani
o yürek, ah dost, hain dost, kendine bir parmak hazırla bari, bir yürek hazırla, bir kafa devrimi, bir
gönül devrimi bekliyorsun ama devrimler fedakarlık ister.

Hiç görüşmemiş, karşılaşmamış, tamamen farklı aile terbiyesiyle yetişmiş, hiçbir ortak özel-
liği olmayan iki insan tasavvur edin. Yaşadıkları bölgeler bile farklı…Biri dindar, diğeri değil….Biri
eskiden şu partidendi, diğeri başka partiden.
Belli mes’eleler hakkında, bu iki farklı insan, sanki birisi bunlara hipnoz yapmış gibi aynı şey-
leri düşünüyor ve aynı hedeflere koşuyorlar. Sanki bunları bir kuvvet aynı otobüse bindirmiş, birini
ön koltuğa, diğerini arka koltuğa oturtmuş. Onlar farklı olduklarını zannediyorlar. Fakat kuzu kuzu
yolculuk yapıyorlar. Hepsine aynı broşör dağıtılmış, her biri kendi ilgisini çeken paragrafları okuyarak
tatmin oluyor. Hipnoz turizm bir arabesk koyuyor; dinliyorlar. Bir porno koyuyor yadırgamıyorlar.
Ilımlı bir nasihat kaseti de arada iyi gidiyor. Peki bu otobüs yolculuğunun ortak cazibesi ve hedefi nedir?

Fikir kıblesi itibari olamaz. İbadette bazı haller için olur da fikirde olmaz. Binmişsin bir gemiye,
götürülen yere gidiyorsun. O gemide oturan diğerlerinden ne farkın var? Fikren ne farkın var? Sağdaki
soldaki, kenardaki koltukta oturuyor olmanın farklılığı nedir?
O gemi, rotası otomatiğe bağlanmış ve bizim için özel surette başkaları tarafından hazırlan-
mış olan taklit gemisi.

Yapılan işler, işlerin en ağırı, en yorucusu dahi olsa, benlik hesabına yapıldığı takdirde kat’iy-
yen fazilet va’detmez. Ve ilahi dergahta kabul göremez. Kendini aşamamış, benliğine biçak salıp
parçalayamamış, basireti bağlı kimselerin ötelere doğru her hamlesi bir avunma ve aldatmaca, her
fedakarlığı da bir akılsızlıktır.

Fikirsiz, mefkuresiz insan, mukavemetsiz ve tahammülsüz insandır. Şartlar iyiye gider,şımarır,

kötüye gider, çöker. Ne galibiyeti taşıyabilir, ne mağlubiyeti. Zora düşer, şaşırır. Rahata erer yozlaşır.
Böylelerinin sayısı çoktur ama, müessiriyeti yoktur. Yön tayin edici bir tesirleri, katkıları hiçbir devir-
de görülmemiştir. Söylediklerinin yanlışı da, doğrusu da önem taşımaz. Onların yapabileceği iş,
olayların ardından tıpış tıpış yürümek ve hayatın tadını çıkarmaktır.

Donkişot’un uşağı Şanso, vali olduğu zaman, gözleri yaşlıintikam,intikam diye bağıran
bir kadın, Şanso’nun yanına gelir. Genç bir adamı işaret ederek iffetini çaldığını, ona tecavüz ettiğini
söyler. Adalet isterim vali hazretleri adalet. diye çığlıklar atar. Şanso zaninin üzerinde bulunan
yirmi Duka’yı alır ve tazminat olarak kadına verir. Kadın savuşur. Şanso, delikanlıya döner:Git ve
kadından paranı geri al der. Delikanlı kadına yetişir, paralarını almak için üstüne atılır. Fakat kadın
canını dişine takar, parasını vermez. Geriye döner, genci valiye tekrar şikayet eder. Vali sorar: Peki
paraları verdin mi? Kadın: Ben de parasını kaptıracak göz var mı? Der. Vali, şu ilginç karşılığı verir:
Eğer parayı vermemek için gösterdiğin cesaretin yalnız yarısını, namusunu müdafaa için göstermiş
olsaydın, namusun elden gitmezdi.İnsan bu dünyaya armut istemek, boncukla, zevizle oynamak için gelmemiştir. İnsanlık,büyük

çoğunluğuyla yolun kenarlarındaki misket ve cevizlerle oynayıp oyalanmayı, ne yazık ki hüner san-
mıştır.
Yığınlara göre bu ceviz ve misket oyununa katılmayanlar aptal, yarım akıl, zevksiz, sönük
zavallılardır. Dudak bükerek bakılmıştır, bu zavallılara.
En eski Yunan filozoflarından biri olan Tales gökyüzünü tetkik ettiği bir gecede farkında olma-
dan bir çukura düşer. Durumu gören bir kadın: A aptal, burnunun dibini göremiyecek kadar bece-
riksizken, gökleri, en uzakları görmeye şalışmak senin neyine? diye seslenir. Kalabalığın bu
Zavallı ya uygun davranışlar içinde olması beklenemez.
Yığınlara göre, Tales, yıldızları gözlemiyor, asla böyle bir şey yoktur. Tales aptalın biridir veya
sükse yapmaktadır. İşte o arada çukura düşmüştür. Ne yığın başka türlü düşünebilir, ne de Tales
yolundan dönebilir. Zira yaradılışları farklıdır. Biri cüce akıllıdır. Sadece oyuncaklardan anlar. Öteki
ise yıldızlarla konuşacak güçte yaratılmıştır. Çelik çomakla oynamak bayağılık olur onun için.
Armut istemeye gelmemiştir o.
Yığınlar meaş aklıyla, yani yeme içmeden öte bir şey düşünemeyen hayvan
i akılla bakar
çevresine. Öteki tip ise mead aklıyla, yani sonsuza çevrili akılla eğilir herşeye.
Arşı gören gözle huşşi (helayı) gören gözü, ne yazık ki ayıramaz kalabalık.
Devrinin büyük bilgini İranlı Büzürg Mihr, idareciler tarafından zindana tıkılmıştı. Hücre arkada-
şı bir çobandı. Bilgin, otururken derin düşüncelere daldı, insanlığın halini, toplumun akibetini düşündü
ve ağlamaya başladı. Onu seyreden çoban da ağlamaya başladı. Mihr, bu sefil dünyada bizi anlayan,
bizim için ağlayanlar da varmış, diye sevindi. Bu sevinçle sordu çobana: Neden ağlıyorsun? Çoban:
nasıl ağlamam. Bilir misin aklıma geleni. Sen az önce ağladığında sakalların sallandı. O halinle bana
keçilerimin en güzelini hatırlattın. Kalbim delindi. Çoban işte ancak bu maksatla ağlar.

Bütün sosyal bozuklukların, ahlaki yozlaşmaların, anarşi ve zulümlerin temelinde dünya malına
doymazlık, faniliğe tutku ve servet hırsı vardır. Bu,insana, elli yıl sonra içeceği çorbanın hesabını
yaptırır da, iki adım ötede açlık ve ilaçsızlıktan kıvranmakta olan çaresizlerin dertlerine bir kuruşla
olsun derman aramağa imkan vermez. Bu güzelim dünyayı zehir kılar ve bu iğrenç duygu, bu adi
canavar.
İnsan bunun mazeretini de bulmuştur, zaten. Tedbirli davranmak. Nasıl bir tedbir endişesidir
ki bu, benim yıllar sonramı garantilerken senin şu andaki acılarına eğilmeyi akla getirmiyor.Nefsin
bu oyununu çok iyi bilen evliya tedbiri küfür telakki etmişlerdir. Hatta onu bütün felaketlerin başı say-
mışlardır. Sen günlük rızkını temin etmişken, başkalarının günlük rızkına el koyup, geleceğin için
rızık depolayamazsın. Buna tedbir, ileri görüşlülük değil, başkalarının hakkını gasp, zulüm denir.
Yaradılış kanunu böyle emreder.

İhtiyaçtan korkmak, ihtiyacın ta kendisi değil mi. Mevcut bir ihtiyacın korkusuna mukavemet
eden insan, hayali ve sun’i bir ihtiyacın esiri olan insandan çok daha mükemmel ve bahtiyardır.
Bunun içindir ki, günlük ekmeği olmayan birçok yoksul, otuz-kırk yıllık yiyeceği hazır olan birçok
zenginden daha mutlu yaşayabilmektedir. Dünyaperestler buna fakirin vurdumduymazlığı der-
lerse de, tam tersine, bu bir vicdan ve yaratılış asaletidir. Kırk yıl sonraki çorbası daha şimdiden
hazırlanmış olan bir insanın ihtiyaç sancıları, geçim korkuları içinde kıvranması, herkes kabul etmek
zorundadır ki, bir yaradılış bozukluğu, bir kudurmuşluk, bir ruh sefaletidir.

İnsan nefsi fedakarlıktan kaçmak için en inandırıcı bahaneleri uydurmakta çok ustadır.
İnsan bazen otuz yıl sonra yiyeceği lüks bir tatlının yatırımını şimdiden yapar da, akşama yiyecek
ekmek bulamayan çaresizleri görmez. Sebebini sorarsanız cevab şudur:Ben de geçim sıkıntısı
içindeyim. Evde lazım olan mescidde haramdır. Geçim sıkıntısı…Herkese göre ayrı bir anlamı
var bunun. Hasta yavrusuna ilaç alamıyan babanın derdi de geçim sıkıntısıdır. Oğluna yeni model
araba alması için para arayan babanın derdi de geçim sıkıntısıdır. Bu ikisini ayırmak için zalim
nefsi devreden çıkararak düşünmek lazımdır. Nefis bu iki sıkıntı arasında hiçbir fark görmez. Nefsin
hakimiyeti altına giren insan başkasına vermemek için akıl almaz bahaneler bulur. İhtiyaçlar icad
eder. Hiçbir bahane bulamazsa o zaman istikbalde çıkabilecek aksaklıklar, muhtemel krizler, birer
bela gibi gönlüne musallat olur, korkutur onu. Ve öyle korkutur ki yıllarca rahat bir hayat yaşatacak
imkanlara sahip olan insan ertesi gün aç kalacak, dilenecekmiş gibi bir duygunun, bir fobinin esiri
olur. Eline cebine sokup bir kuruş çıkaramaz. Kur’an-ı Kerim insanın bu en aptal–belki de en zalim-
tarafına şu ifadeyle temas etmektedir. Deki:Rabbim’in rahmet hazinelerine siz malik olsaydınız
o zaman da tükenir korkusuyla harcamaz, cimrilik ederdiniz. Çok cimridir insan. (İsra- 21)
Gönül erlerinin, imkanları ellerinde tutan dünyaperestlerle amansız bir mücadele içinde olduk-
larını görürüz. Bu dünyaperest zümre devlet adamları, servet babaları, şımarık ve müreffeh eblehlerdir.
Ruhları kadar zekaları da geri, hazır yeyici, müsibet kitlesini insanlığın sırtına musallat bir ur gibi
görmüşlerdir. Bu zümrelere değil yaklaşma, onlara küçük bir sempatiyi bile zillet ve iflas olarak
değerlendirmişlerdir.
Yapılacak en önemli şey iç dünyalarında saltanat kurmuş olan zulüm ve şımarıklık putunu devirmektir.

Komünizm, sosyalizm, kapitalizm bir kemik savaşının adıdır.Komünizm, halka:”Kemiği yala-
yın ve idare edin” der. Kemiği yemeğe kalkarsanız barış bozulur ve ülke batar. Der…
Sosyalizm, Kemiği beraber yiyelim ki, barış bozulmasın, der.
Kapitalizm, kemik benim malımdır. Önce biz yiyelim, eğer artarsa siz de yersiniz. Der.
Neticede her üç sistemin gayesi bir kemik savaşı, bir köpek boğuşmasıdır. İnsani boyuttan,insani
değerlerden soyutlanmış bir altyapı, bir hayvansal güdü ile hayatı algılamaktır. Dünyayı bir hayvanat
bahçesine çevirmektir. Zavallı insanlık bir kemik için hırlaşmak senin kaderin olamaz.

İlahi cilve, topyekün Garbı, bilmeksizin Kur’an emrini tatbik eden ruhsuz bir ülke, Şarkı da,
gördüğü halde anlamayan akılsız bir diyar olarak meydana çıkardı. İkisinin de hasreti öbüründe.

Bir milletin ahlak ve din ideali güçsüz düştüğü anda, insanlar pusulayı şaşırır. Ondan sonra da,
yalnız rızıklarını kurtarmak için bir araya gelmeye başlarlar. Bundan böyle siyasi bir birliğin (devletin)
başka bir gayesi kalmamıştır, insanları bir araya getiren idealler içinde en sonda geleni, en kısırı bu
rızık kurtarma idealidir. Sonun başlangıcıdır bu; kıyamet gününün habercisidir.(Fyodor Dostoyeveski)

Demokrasi islami bir vak’a değil, sosyal ve siyasi bir vakiadır. Yönetim şekilleri en kaba hatla-
rıyla ikiye ayrılır. Toplumun(fertlerin) tercihinin etkili olduğu yönetimler ve toplumun (fertlerin) tercihinin
sözkonusu olmadığı yönetimler. Birinci grup demokratik, ikinci grup totaliter yönetimler diye adlandı-
rılır.
İleride meydana gelecek en büyük hedefler ruhi yönden olacaktır. İnsanlar birgün maddi şey-
lerin saadete vesile olamıyacağını anlayacaklardır. İşte o zaman dünyada ilim adamlarının laboratu-
arları Allah’a yönelecek ve ruhi gerçekler araştırılmaya başlanacaktır. O gün geldiği zaman alem
geçmiş asırlarda görmediği ilerlemelerin en hızlısına şahit olacaktır. (Charles Stamimities.)

Artık anlamanın, idrakin, şuurun, hükmün ve soylu davranışların zamanıdır ki: Türkiye’nin bu
ilkel, bu sömürülen, bu beceriksiz, güçsüz, plansız, programsız, bu geri manzarası, Frak-smokinli,
papyon kravatlı, elinde içki kadehi, gönlünde “Batı uşaklığı” olan, fikirsiz, çilesiz, taklitçi, menfaatçi,
zalim, sefil ve rezil kadroların eseridir. Bu “çifte standart” çılar bertaraf edilmedikçe, ülkeye ve millete
istiklal, istikbal, istikrar gelmesi mümkün değildir.

Sermaye hakimiyeti, yani kapital güç, demek sadece mali durumu yüksek olanların, elinde
sermaye bulunmayanların üzerindeki baskısı veya zeginlerin fakirlere üstünlüğü demek değildir.
Kapitalizmin önde gelen özelliği daha çok kazanmanın erdem sayılması ve buna bağlı olarak ka:ri azamiye çıkaran işleyişin insan ilişkilerinde merkezi yeri işgal etmesidir.Kapitalizmin sözünü
geçirdiği toplumda milliyet, din, ahlak birer güçlü tayin edici olarak yoktur.Veya sadece paranın
milliyeti, paranın dini,ve paranın ahlakı asıl tayin edici olarak geçerlidir.

Demokrasi bir hayat tarzı değil, farklı hayat tarzlarının birarada var olmasını mümkün kılan
bir metoddur. Bu bakımdan hangi fikrin doğru, hangi fikrin yanlış belirtmek için bir vasıta olarak kulla-
nılamaz. Seçmen çoğunluğunun belli bir zaman diliminde belli bir fikri destekliyor olması, o fikrin
doğru, diğerlerinin yanlış olduğunu değil, sadece o zaman diliminde, çoğunluğun tercihinin hangi
istikamette olduğunu gösterir.
Çoğunluk tarafından belli bir dönemde tercih edilen fikrin kendisini en doğru fikirmiş gibi tak-
dim ederek başka fikirler üzerinde baskı uygulaması gelişmeyi ve değişmeyi köstekler.
Hala demokrasi demekte ısrar ettiğimiz bu sistemde politikacılar artık kamu menfaatinin tem-
silcileri değil, birer iş idarecisidirler. Siyasi partiler kamuoyu piyasasında menfaat dağıtarak en fazla
oyu elde etmeye çalışmaktadırlar. Savundukları prensiplerle değil, daha ziyade vadettikleri özel avan-
tajlarla tarif edilirler.
Demokrasi bu bakımdan gayri ahlaki, gayri adil ve hatta bir ölçüde totaliterdir.

Fertler farkında olmadan”özerk”liklerini kaybeder ve devletin iyi niyetine bağlı olarak uyuştu-
rulmuş birer robot haline gelirler.
İnsanları robotlaştırmaya, robotları insanlaştırmaya çalışan teknoloji, insanın eseri. Fakat
insanları esir almış, insan teknolojiye hakim değil, mahkum.

Bütün manevi dayanaklarını birer ikişer kaybeden toplumlar, iktisadi hayat içinde yolsuzluk-
larla baş edemezler. “Ahlak ve maneviyat” denince dudak bükenler, temelsiz bir seküler ahlakın
sonuçlarını eleştirme hakkına da sahip değildirler. Ne ekersen, onu biçersin.

Zenginlik deyince akılcı düşünenler parayı, malları ve rezervleri potansiyel güçler gibi ölçüle-
bilir değerleri anlayacaklardır. Sayıya, hesaba gelmeyen zenginlikleri anlamak akıllı adamın işidir.
Sevginin, merhametin, ahlak bütünlüğünün, vefanın, adalet duygusunun, cesaret ve erdemli olmanın
verdiği zenginlik biri diğeri ile karşılaştırılabilir büyüklüklere sahip değildir.

Şeytanlaşmanın büyük avantajları vardır. İnsan şeytanlaştıkça daha hür, daha başarılı, daha
çok imkanı elinde tutan bir duruma gelebilir.
Kendine gazab ulaşıncaya kadar, hayvanlaşmanın da büyük avantajları vardır. Böylece insan
daha sorumsuz, dünyadaki tatmin vasıtalarından daha çok lezzet alan, izzetsiz olmayı bir kayıp
saymadığı için benzerleri arasında en çok rahat edebilen duruma gelir.
Pavlus, sünnet olmadan ve domuz eti yiyerek de Hıristiyan olabilme yolunu açtı. İnsanlar
böylece daha hür kalarak Hıristiyan olabildiler, ama özgürlüklerinden çok şey kaybettiler.

Akılcı insanlar acılara son vermek istiyorlar veya kendi haklılıklarını ancak bu yolla savunabili-
yorlar. Diyorlar ki insanoğlu yoksulluğun, hastalıkların, mahrumiyetin kıskacında kaldıkça kendisin-
den beklenen gelişmeyi gösteremez. Bununla zımmen şunu söylemiş oluyorlar: İnsanlar maddi refah
içinde olmakla, vücut sağlığını korumakla ve elinin erdiği, gözünün gördüğü, özlemini çektiği nesne-
leri hizmetine sokmakla kurtuluşa ererler. Yani kurtulmuş olanlar bir bakıma zengin, sağlıklı ve tat-
mine ulaşmış bulunanlardır. Örneklerini şimdiden gördüğümüz bu tip insanların pek de kurtulmamış
olduklarını bildikleri için de refahın, sihhatin, tatmin vasıtalarının bütün insanlara teşmil edildiği zaman-
ları gerçek hedef olarak gösteriyorlar.
İnsanlar hele yoksulluğu, hastalığı, mahrumiyetleri geride bıraksınlar, sonra akılları başlarına
gelir, demek bütün bilgi kaynaklarını yok etmekle alim olunabileceğini iddia etmek gibidir.

Normal gelişimini tamamlamamış, ruhsal olgunluğa ulaşamayan toplumlar kendilerini iyi his-
setmek, yalancı bir mutluluğa erişmek için bir çaba içine girerler. Böyle bir toplum akılcı olmayan
tutkularını, yalnızlık, beyhudelik duygularını tatmin için kendilerini nevrotik çabalara mahkum ediyor.
Oysa akıl sağlığı yerinde bir toplum tamahkarlık, sömürgenlik, ben-sevicilik, daha fazla servet
edinmek, ya da itibar kazanmak gibi nitelikler edinmek için çaba sarfetmemelidir. Kişinin vicdani
doğrultuda hareket etmesi temel ve olmazsa olmaz bir nitelik olmalı, oportunizm ve ilkesizlik toplum
dışı kabul edilmelidir.

Demokrasilerde…Ahlaksız veya açgözlü bir hükümet için ihanet, namussuzluk, iç savaş,
halkın refahından çok daha karlıdır. Kralların gözdeleri varmış, demokrasilerin yok mu? Hem de çok
daha kalabalık, çok daha pahalı.

Hakkında az bilgi edindiğimiz bir şey için yiğitçe dövüşmemiz ihtimali yoktur.Az bildiğimiz
şeyi az severiz. Az sevdiğimiz nesneye özvermeyiz, veremeyiz. Onun yolunda gönülsüz,isteksiz
çalışırız. Onun için isteksiz dövüşürüz. Belki de hiç dövüşmez, dövüşmemek için bahaneler uydururuz.

Coin Marketplace

STEEM 0.16
TRX 0.12
JST 0.026
BTC 57110.78
ETH 2521.26
USDT 1.00
SBD 2.32